14 Ekim 2025

ÇUVAL


Yine bilgisayar başında gündemi takip ederken arka planda bir şarkı çalınıyor kulağıma;

“Sahte, sahte, her şey sahte

Kalp yenik

Akıl kanmıyor

Sözler sahte…”

Yüzümde tatlı bir tebessümle klavyeyi bırakıp dinliyorum şarkıyı.

Sevgili Yalın’ın 2004 yılında çıkardığı albümün en sevdiğim şarkısıydı “Sahte”

Aradan geçen yirmi bir yılda şarkının manası da benim için değişti tabi ki…

Ama sözlerinin yansıttığı gerçekliği günümüzde iliklerimize kadar hissediyoruz.

Duyguların sahteliğinden, metaların sahteliğine doğru evrilen çağımızda nelerle karşılaşıyoruz bir bilseniz?

Sahte zeytinyağından tutun da, sahte peynir, sahte kıyma, sahte içki, sahte bal üretebiliyoruz mesela.

Sahte parfüm, sahte şampuan, sahte makyaj malzemesi derken kozmetik sektöründe de durum gıda sektöründen farklı değil.

Hazır giyim, takı, çanta, aksesuar derken liste uzayıp gidiyor.

Marka ve ürün sahteciliği adeta uzmanlık alanımız oldu.

OECD ve Avrupa Birliği Fikri Mülkiyet Ofisi’nin (EUIPO) yayımladığı “Sahte Ürün Ticaretinin Küresel Haritası 2025” raporu yayınlandı.

Raporda Türkiye sahte ürün ticaretinde Çin’den sonra ikinci sırada yer alıyor.

OECD’nin 2018 raporunda Türkiye sahte ürün ticaretinde %4’lük bir rakama sahipken, 2021 yılında bu rakam %12’ye yükselmiş.

Son yayınlanan rapora göre ise Avrupa Birliği’ne giren ürünlerin %22’si Türkiye’den geliyor.

Yani sahtecilik büyüdükçe büyümüş…

Sahte olan her şeyi ihraç etmiyoruz tabii ki de.

Mesela son skandalımız sahte e-imzalarla türetilen sahte diplomalar, sahte sertifikalar, sahte ehliyetler…

Emeğin sömürüldüğü bir sistemde “parayı basarak” kariyer ve iş sahibi olan yüzlerce insan olduğunu gördük.

En acısı da bu belgeleri edinen kişiler hala aramızda.

Belki muayene olduğumuz doktor, gittiğimiz güzellik uzmanı, bindiğimiz taksinin şoförü…

Bunlar elbette zamanla tespit edilecektir ancak bu zaman zarfında kimlere ne şekilde zarar verdikleri, bu zararın nasıl telafi edilebileceği gibi konular hala muallakta.

Bunca sahteliğin içinde elbette ülkenin bir de gerçekleri var.

Adli makamlar sahtecilik operasyonunu inceleyedursun, gelin biz sizinle ülkenin gerçeklerini konuşalım.

Mesela ülkenin en temel gerçeği, hepimizin bir şekilde hissettiği ekonomik kriz…

TÜİK’in açıkladığı -ki bana göre bu rakamlar da gerçeği yansıtmadığı için sahte- enflasyon rakamlarına bakalım.

TÜİK verilerine göre Temmuz ayı enflasyon rakamı %33.52

ENAG verilerine baktığımızda ise bu oran % 65.15

Temmuz rakamlarıyla kira artış oranı da %41.13 olarak belirlendi.

Asgari ücretlinin %30, emekli ve memurun %15 zam aldığı bir ortamda,

%41 kira artış oranı nasıl karşılanabilecek?

İşte size sorgulanması gereken bir Türkiye gerçeği…

Gelelim başka bir ülke gerçeğine…

2008 yılında 68 olan kadın cinayetlerinin sayısı, bu yılın ilk yarısında neredeyse 300’e yaklaştı.

2024 yılında tam 451 kadın tanıdığı ya da tanımadığı erkekler tarafından katledildi.

Rakam her yıl artarak gidiyor ve kanunlarımızın uygulanabilirlik kısmında hep bir şeyler eksik kalıyor.

O eksik kaldıkça bizler eksiliyoruz hayattan…

Çocuklar annelerinden, aileler evlatlarından eksik kalıyor.

2021 yılında İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması ve caydırıcı cezaların olmayışı erkek elini güçlendirmiş ve onları daha da cesaretlendirmiştir.

“Aile Yılı” ilan edilen 2025 yılının ilk yarısında 300’e yakın kadın katlediliyorsa, Hükümetin şapkasını önüne koyup düşünmesi elzemdir.

Bu da başka bir Türkiye gerçeğiydi...

2010 KPSS sorularının çalınmasıyla başlayan “şaibeli sınav” furyası bu yıl da devam etti.

ÖSYM ve MEB tarafından yıllar içerisinde düzenlenen birçok sınavla ilgili şaibe iddiası ortaya atıldı.

Bazılarında sınavlar iptal edildi, bazılarında ise sadece yöneticiler görevden alındı.

Sapla saman birbirine karıştı, çalışanın hakkı, çalışmayanın sahtekârlığıyla buhar olup uçtu gitti…

Kısacası sınav işinde çok başarılı olamadığımız da bir Türkiye gerçeği…

Sizleri gerçeklerle buluşturmaya devam ediyorum.

“Adalet mülkün temelidir” cümlesini tüm mahkeme salonlarına yazıp, bu ilkeyle yönetilmesini beklediğimiz adalet mekanizması ne yazık ki düzgün işlememektedir.

Seçilmiş belediye başkanları, toplumda tanınmış isimler haklarında herhangi bir iddianame düzenlenmediği halde cezaevlerinde tutuklu bulunuyorlar.

Ölüm riski taşıyan hastalıkları doktor raporuyla ispatlanmış kişilerin, tüm itirazlara ve ses yükseltmelere rağmen tutukluluklarına devam kararı verilirken,

Terör örgütü üyeliği gibi ağır bir suçtan cezası kesinleşmiş birçok hükümlünün çeşitli mazeretlerle salıverildiğini görüyoruz.

Size anlatacağım daha birçok “Türkiye Gerçeği” var ama bunları anlatmaya sayfalar yetmez.

Ülke gerçeklerini yaşayan halkın başına sürekli bunların gelmesinin tek sebebi ise “unutmak”

Biz çabuk unutan bir milletiz.

Bir skandal bitmeden diğerine doğru son sürat koşuyoruz,

Koşarken de ardımızda bıraktığımız olaylarla başımıza gelenleri unutuyoruz.

Olayların etkisi geçince hiç yaşanmamış gibi oluyor.

Tıpkı eskilerin dediği gibi; “Geçince olmamışa dönersin.”

Bununla ilgili çok güzel bir anekdot aktarmak istiyorum size;

Köylünün biri elinde ağzı bağlı bir çuvalla seyahat ediyormuş,

Yolculuk sırasında iki-üç dakikada bir çuvalı sallıyormuş.

Karşısında oturan adamın bu durum dikkatini çekmiş ve sormuş:

- Hayırdır hemşerim, çuvalda ne var?

- İki tane fare var.

- Ne yapacaksın onları?

- Bir dostuma lazımmış ona götürüyorum.

- Peki, niye ikide bir çuvalı sallıyorsun, bırak olduğu yerde dursun.

Köylü adama bakarak;

-Gardaşım, eğer ben onları rahat bırakırsam düşünürler, bu çuvaldan çıkmanın yollarını arar, çuvalı kemirir dışarı çıkarlar. Çuvalı salladıkça panikleyip koşuşturuyorlar. Bir müddet sonra sakinleşince köşelerine çekilip tekrar düşünmeye başlıyorlar. İşte o zaman benim tekrar çuvalı sallayıp bunları bir daha panikletip oyalamam gerekiyor...

Fareler çuvaldan çıkabildiler mi yoksa yol boyu sallanıp durdular mı bilmem,

Ama bizim çuvalın içinde neler olduğunu kurcalamayı bırakıp,

Çuvalı kimin, neden salladığını sorgulamaya başlamamızın zamanı gelmedi mi?


** Bu yazı 08.09.2025 tarihinde daktilo1984.com sitesinde yayınlanmıştır. 


 

05 Ağustos 2025

MEKTUP


Her yerde talan, her yerde adaletsizlik, her yerde haksızlık kol geziyor.

Son yıllarda neyi tutsanız lime lime dökülüyor ülkede; sistemler elinizde kalıyor.

Çok değil, sadece son 24 aya bakalım…

 

Milli Eğitim Bakanlığı sınav yapıyor, LGS skandalı patlıyor.

Sorular sosyal medyaya sızıyor, yüzlerce öğrenci şaibeli biçimde tam puan alıyor.

Bakanlık ise hesap vermek yerine hakaretle yanıt veriyor.

 

Sağlık Bakanlığı denetimindeki özel hastanelerde “Yenidoğan Çetesi” kuruluyor.

Yeni doğan bebekler üzerinden sağlık vurgunu yapılıyor.

Yetersiz tedaviler ölümlere yol açıyor. Bu sistem 2019'dan beri sürüyor, ancak yetkililer yıllarca görmezden geliyor.

CİMER’e Mart 2023’te bir vatandaş ihbarda bulunuyor.

Ama düğmeye Nisan 2024’te basılıyor.

Bu bir yılda kaç bebek öldü, bilen var mı?

 

Adalet Bakanlığı, Adli Yargı ve Cumhuriyet Savcılığı kura töreni yapıyor.

Yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı yerle bir olmuş.

Akrabalıkla yapılan atamalar, siyasi bağlantılar artık saklanmıyor bile.

Mesela, AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, adaylar arasında yer alan yeğenini Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı ile tanıştırıyor.

Akın Gürlek önce Adalet Bakan Yardımcısı yapılıyor, sonra tekrar İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı olarak atanıyor.

Kadınlar, çocuklar, hayvanlar katlediliyor.

Ama caydırıcı yasalar hâlâ uygulanmıyor.

Belediye başkanları, belediye çalışanları (haklarında iddianame dahi yokken) tutuklanıyor,

Hastalığı belgelenen tutuklular içeride kalırken, terörden yargılanan bazı isimler serbest bırakılıyor.

Adaletin terazisi yerinden oynamış, ama kimse durduramıyor…

 

Ormanlarımız cayır cayır yanıyor.

Milyonlar, “yangın söndürme uçakları nerede?” diye soruyor.

Orman Bakanlığı, uçakları arka kapıdan sessiz sedasız ihaleyle satıyor.

 

Emekli, çalışan, esnaf… Herkesin beli bükülmüş.

Gelir gideri karşılamıyor, kiralar maaşları aşıyor.

Ülkenin en zengin yüzde 20’lik kesimi, toplam gelirin yarısını alıyor.

Diğerlerine karşıdan bakmak kalıyor.

Asgari ücret ve emekli maaşları sefalet düzeyine gerilemiş durumda.

Ama Maliye Bakanlığı açıklama yapıyor:

“Büyük resme baktığınızda şokların iyi yönetildiği kanısındayım. Şoklar öncesi seviyelere döndük.”

Oysa vatandaş sokağa her çıktığında o şoku tekrar tekrar yaşıyor.

Ama Maliye Bakanı bunu görmek istemiyor.

 

Son olarak…

Diplomalardan ehliyete, sınav sonucu değişikliklerinden kimlik kartlarına kadar birçok evrakta sahte e-imza kullanıldığı ortaya çıkıyor.

Artık sınav sorusu çalmakla uğraşmak yok; doğrudan sahte diplomayla sistemin içine sızıyorlar.

Diplomalı gençler işsizken, iki lafı bir araya getiremeyen insanlar, sahte belgelerle devletin her yerine yerleşiyor.

E-imzaları üreten kurum BTK.

BTK Başkanı ve Başkan Yardımcısı'nın e-imzaları dahi kopyalanıyor, kimsenin haberi olmuyor.

BTK, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na bağlı.

Peki, Ulaştırma Bakanı ne yapıyor?

Bursa programına "spor" arası verip, Uludağ eteklerinde sabah yürüyüşü…

 

Devlet, vatandaşına kulağını tıkarsa…

Denetim mekanizmaları işletilmezse…

Her güne başka başka skandallarla uyanan bir ülke kalır geriye…

Bu gidişat çöküşün göstergesidir.

Ama sanırım devlet yetkilileri bunun henüz farkında değil.

Osmanlı'nın en parlak padişahlarından biri olan Kanuni Sultan Süleyman'ın içinde bir şüphe vardı:

“Günün birinde Osmanoğulları da çöker mi?”

Bu sorusunu, süt kardeşi ve dönemin büyük alimi Yahya Efendi’ye bir mektupla iletti.

Cevap tek cümleydi:

“Neme lazım be Sultanım!”

Kanuni bu cevaba anlam veremedi.

Bizzat dergaha gidip sitem etti.

Yahya Efendi ise şöyle dedi:

“Bir yerde zulüm yayılırsa,

Haksızlıklar ayyuka çıkarsa,

Sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yerse,

Bilenler de susarsa,

Yoksulların feryadı göklere çıkarsa ama taşlardan başka kimse duymazsa,

Herkes sadece 'ben' derse

Ve tüm bunları görenler 'neme lazım be' diyerek sırtını dönerse…

İşte o zaman devlet çöker.”

 

Ve öyle de oldu…

Osmanlı'nın sonu, yönetenlerin bencilliği, sağırlaşması, güce tamah etmesiyle geldi.

O ihtişamlı imparatorluk savaşlar, sefalet ve yokluk içinde yıkıldı.

Neyse ki Anadolu toprakları düşmana çiğnetilmedi.

1923 yılında Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.

Son yıllarda benim içimde de Kanuni’nin yaşadığına benzer bir hissiyat var.

Vatan Şairimiz Namık Kemal der ki:

“Bulunmazsa adalet milletin efradı beyninde,

Geçer bir gün zemine, arşa çıksa pâye-i devlet.”

Yani:

"Milleti oluşturanların içinde (arasında) adalet olmazsa, devletin itibarı göklere çıksa da, bir gün  yere çakılır."

Bu yüzden, artık bizim uyanmamız lazım.

Devletimizin devamı için bir silkinip kendimize gelmemiz lazım.

“Uyanma vakti geldiyse bir uyandıran olur elbet!

Kimine Hızır, kimine uçan kuş,

Kimine ot, kimine açan çiçek,

Kimine akan su, kimine dilsiz taş…”

Tapduk Emre’nin bu sözleri sana ilham olsun.

Uyan artık!

 

Rivayete göre, Yahya Efendi’nin mektubu hâlâ Topkapı Sarayı’nda sergilenmekteymiş.

Belki bir devlet büyüğü okur da feyz alır diye…

Ama asıl mektup Atatürk’ün bıraktığıdır.

Hangi mektup mu?

“Ey Türk gençliği! Birinci vazifen;

Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, İlelebet muhafaza ve müdafaa etmektir…”

diye başlayan o mektup.

Bu arada onu okumak için müzeye gitmene de gerek yok.

Çünkü o mektup, bu vatanın her taşında, bu ülkenin her sokağında,

Her taşıyıcı omurgasında yazılı... 

 

22 Temmuz 2025

KARINCA



Mehmet Murat ÇALIK...

İstanbul’un ilk şehir plancısı belediye başkanı…

Beylikdüzü’nde Ekrem İmamoğlu’nun yanında başladığı yolculuk,

Şimdi adalet arayışıyla devam ediyor...

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik operasyonda tutuklanmasının ardından sağlığıyla ilgili yaşadığı süreç tüm Türkiye’nin vicdanını sızlattı.

Zaten mevcut sağlık sorunları varken, iki defa kanser tedavisi görüp atlatmışken,

Üzerine bir de tutukluluk, kötü şartlar ve İzmir’e sürgün edilmesi kanserin nüksetmesine zemin hazırlar hale geldi.

Hepimiz televizyon ve sosyal medya üzerinden süreçlere şahit olduk.

Bir anne evladına hastane camından bakarken…

Bir oğul, odasında annesinin ağlayan siluetini izlerken…

Adalet, hangi rafta bekletiliyor acaba?

İçinde bir yerlerde küçücük bir vicdan kırıntısı olan bu görüntüye kayıtsız kalamazdı.

Ama onlar ne yaptılar biliyor musunuz?

1. kattaki mahkum koğuşundan 11. kata alındı.

Annesiyle yapılan röportajda gözü yaşlı anneyi yalvarırken gördüm.

“Oğlum 20 kilo verdi, çok aciz durumdayım, oğlumun elimden kayıp gitmesini istemiyorum” diyerek feryat ediyordu…

Bir annenin ahı dolanırsa boynunuza, bir ömür o ahla yaşamak zorunda kalırsınız…

Sistematik bir işkence ile karşı karşıya kalındığı aşikar olan bir durumda,

Adalet Bakanı’mız hala “Tutuklu ve hükümlüler devletimize emanet. Adli Tıp Kurumu hastane raporunu onaylarsa tutuklu kalması mümkün değil” diye açıklama yapıyor.

Bakanlık prosedür diyor…

Ama aynı prosedürle kimler tahliye edildi, bakalım…

-Hatay'da 6 Şubat depremlerinde yıkılan ve 88 kişinin hayatını kaybettiği Elit Apartmanı davasında tutuklu yargılanan müteahhit Mithat Tümyürek, "sağlık sorunları" gerekçesiyle tahliye edildi.

-Fetullahçı Terör Örgütü'nün (FETÖ) 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimi sonrası meslekten ihraç edilen ve tutuklanan eski Yargıtay üyesi Nazmi Çatak, boynunda 5 ayrı kitle tespit edildiğini, sanığın kanser teşhisi konduğuna yönelik raporu doğrultusunda sağlık durumu nedeniyle tutuksuz yargılanmak üzere adli kontrol şartıyla tahliyesine karar verildi.

-Yolsuzluk ve usulsüzlük yaparak PKK’ye para aktardıkları iddiasıyla tutuklanan eski Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın 'hewrediter derin ven trombozu' (kalıtımsal kan pıhtılaşması) hastalığının tedavisinin dışarıda yapılması gerekçe gösterilerek tahliyesine karar verildi.

-Tutuklu eski Mardin Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Ahmet Türk hakkında, kalp pili takılmış olması da dahil bazı sağlık sorunları olduğu gerekçesiyle ve kaçma şüphesi bulunmadığı belirtilerek tahliyesine karar verildi.

-İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca “Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması”nın iş dünyası yapılanmasına ilişkin yürüttüğü soruşturma kapsamında “silahlı terör örgütüne üyelik” suçundan tutuklanan eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın damadı Ömer Faruk Kavurmacı “epilepsi hastası” olduğu için Anadolu Acıbadem Hastanesi'nin sağlık raporu gerekçe gösterilerek tahliye edildi.

-Cumhurbaşkanı Kararnamesiyle Hizbullahçı teröristler sağlık gerekçeleriyle tahliye edildi.

Sağlık raporu sunan herkes serbest, ama Murat Çalık için prosedür hâlâ işliyor…

Daha iddianamesi bile olmayan, uyduruk suçlarla ‘tutuklu’ bulunan belediye başkanları göz göre göre ölüme gönderiliyor.

Bu muamelenin tek nedeni CHP’Lİ BELEDİYE BAŞKANI OLMALARI…

Mahatma Gandhi derki;

“Vicdanın sesi bütün kanunların üzerindedir.”

Adaleti işletirken vicdanı da teraziye koymalısınız.

Teraziniz sadece sizin istediğiniz yönde çalışıyorsa kantarınızın ayarı bozulmuş demektir.

Ve bozuk bir kantarla adil değil, zalim olursunuz…

Büyük hukukçu Ebu Hanife'nin 'mihraptan ve minberden hukukun sesini kısarsanız, Hz. Allah da sizin nefesinizi, iflâhınızı kısar' ikazı her okuduğumuzda sarsılmamızı sağlamalı…

Bu sözün üzerine denecek bir şey yok ama,

Ben yine de size bir hikaye anlatmak isterim.

Kanunî Sultan Süleyman cenneti andıran bahçesinde  ağaçlardan bir kaç tanesinin yapraklarının buruştuğunu fark etti.

Hemen yanlarına yaklaştı ve ağaçları karıncaların sardığını gördü.

Ağaçları ilaçlatacaktı.

Böylece ağaçlar karıncalardan kurtulacak ve rahat bir nefes alacaklardı.

Fakat birkaç dakika daha düşününce bu fikrin o kadar da iyi olmadığını anladı.

Karıncalar da can taşıyordu, ağaçları ilaçlatırsa onlar ölebilirdi.

Kanunî, bu konuyu danışmak için hocası Ebussuud Efendi’yi aramaya koyuldu.

Hocasının odasına gitti. Ama hocası odada yoktu.

Hemen oracıkta bulduğu kâğıt parçasına kafasına takılan soruyu edebî bir üslupla yazdı ve hocasının rahlesi üzerine bıraktı.

Birkaç saat sonra hocası odasına gelmiş ve rahlenin üzerinde el yazısı ile yazılmış kâğıdı görmüştü.

Eline hat kalemini alan Ebussuud Efendi, talebesinin soruyu yazdığı kâğıdın altına bir şeyler yazdı ve kâğıdı rahleye bıraktı.

Kanunî tekrar hocasının odasına uğradı.

Hocası yine yerinde yoktu; ama rahlenin üzerine bırakmış olduğu kâğıdın üzerine kendi yazısı dışında bir şeylerin daha yazılmış olduğunu gördü.

Merakla kâğıdı eline aldı ve okumaya başladı.

Yazıyı okuyunca yüzünde bir tebessüm belirdi.

Kanunî şöyle diyordu hocasına:

Meyve ağaçlarını sarınca karınca

Günah var mı karıncayı kırınca?

Hocası Ebussuud soruyu şöyle cevaplıyordu:

Yarın Hakk’ın divanına varınca

Süleyman’dan hakkın alır karınca...

Yarın Hakk divanında neler olur bilemem ama, dünya divanında karıncalar hala hakkını aramakta..

16 Temmuz 2025

YALANCININ MUMU

 


İstanbul’daki Fatih Medresesi’nin her odasında dört beş öğrenci beraber kalırmış.

Bu öğrenciler beraber pişirirler, beraber yerlermiş

Her hafta içlerinden birisi nöbet tutarak bu işleri yaparmış.

Geceleri ders çalışmak için yaktıkları mumların parasını da aralarında toplayıp, o haftaki nöbetçi öğrenciye verirlermiş.

Bu öğrencilerden birisi çok açıkgözmüş.

Her gece şamdanların dibinde kalan kırıntı mumları toplar, eritir ve onlardan uydurma bir mum yaparak parayı cebine indirirmiş.

Fakat onun yaptığı mum, yeni mumlar gibi uzun müddet odayı aydınlatamaz, erkenden sönermiş.

Gel zaman git zaman işin farkına varmış arkadaşları.

Bir gece yine yatsı namazından sonra karanlıkta kalınca, başlamışlar hesap sormaya.

Birisi hemen atılmış;

– Biz sana para verdik, niye mum almadın?

Açıkgöz öğrenci hemen kendini savunmuş;

 – Aldım işte, ne yapayım mumlar küçülmüş, bu kadar yanıyor.

Bir diğeri söze karışmış;

 – Biz de aynı mumlardan alıyoruz ama bizimkiler bütün gece yetiyor.

Açıkgöz öğrenci susup kalmış. İçlerinde en bilgesi yapıştırmış cevabı;

– Senin mumlar yalandan yapılmış ya o yüzden az yanıyor. Eeee naparsın kardeş  Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” demiş.

Gerçekten de öyle oldu ve yalanları ancak 2 yıl sürebildi.

14 Mayıs 2023 tarihinde gerçekleştirilen Cumhurbaşkanı seçimini hepiniz hatırlarsınız.

AKP kanadı “CHP terör örgütü PKK ile ilişikli” diyerek propaganda yürütmüş,

AKP Grup Toplantısı’nda Kılıçdaroğlu’nun PKK’lı teröristlerle montaj videoları servis edilmişti.

“6’lı masanın 7. ayağı PKK”, “HDP masanın 7. Ortağı” “CHPKK” gibi söylemlerle propaganda yapılmıştı.

“Güvenlik tehdidi” bir nakış gibi işlenmiş ve başarılı olmuştu.

Tek bir argüman üzerinden giderek Cumhurbaşkanlığı seçimini AKP kazanmıştı.

İnsanlar tehlike anında kurulu düzene sarılırlar.

Tıpkı Amerikan Başkanı George W. Bush’un görev onay oranının, 

Eylül 2001 civarında %52'yken, Ekim başında bir anda %90'a fırlaması gibi.

Peki bu artışın nedeni ne?

11 Eylül Saldırıları.

Aynısını ülkemizde de yaşadık.

7 Haziran 2015 seçimlerinde, AKP %40.9 oy almış fakat tek başına iktidar olacak kadar milletvekili çıkaramamıştı.

Ancak takip eden yaz günlerinde Suruç Saldırısı, hendek operasyonları, Ankara Garı Saldırısı gibi olaylar

Seçimden sonraki aylarda terörü bir numaralı gündem haline getirmişti.

1 Kasım 2015'te yapılan seçimde AKP oylarını bir anda yaklaşık 8.5 puan arttırmış,

Tek başına yeniden iktidar olmuştu.

Şimdilerde “Terörsüz Türkiye” sloganını duyuyoruz.

PKK’nın adeta bir Reality Show a dönüşen silah bırakma pardon ‘yakma’ olayı,

Öcalan’a giden heyetler, paylaşılan fotoğraflar, verilen demeçler,

Bir anda can ciğer kuzu sarması olan MHP Lideri Bahçeli ve DEM Parti Heyeti,

Ve buna benzer izlediğimiz ve ilerleyen günlerde izleyeceğimiz birçok gelişme…

Bir önceki seçimde “HDP ile yol yürüyen PKK ile ortak hareket ediyor” algısı oluşturulurken,

Şimdi DEM Parti Barış Güvercini ilan edilerek 43 yıllık PKK, Terör Örgütü olmaktan çıkıyor.

İşin aslı şu…

2023 Cumhurbaşkanlığı Seçiminde CHP’nin HDP ile ortak hareket ederek seçimi kazanınca da Öcalan’ı serbest bırakacağı, PKK’lıları işe alacağı gibi ortaya bir yalan atıldı, büyütüldü, işlendi ve seçim kazanıldı.

Bu rahatlıkla Anayasa değişikliğini yapabileceğini ve Cumhurbaşkanlığı Seçimini bir dönem daha kazanacağını düşünen AKP için şok edici bir gelişme yaşandı.

CHP’de Kılıçdaroğlu dönemi sona ererek Özgür Özel dönemi başladı.

2024 Yerel Seçimlerinde Türkiye’nin Birinci Partisi haline gelen CHP, yükselişini sürdürüyordu.

Acilen bir önlem almak gerekiyordu ki bir dönem daha iktidarı kaybetmeden yol yürünebilsin.

2028 Cumhurbaşkanlığı Seçimi için yeni bir taktik gerekiyordu.

Ekonomiyi bitiren, eğitimden adalete tüm sistemleri çöken, yurtdışı imajı kalmamış bir iktidarın yeni bir seçim stratejisi geliştirmesi gerekiyordu.

Hem kürtlerin oyunu almak, hem de kahraman görünerek bitmiş iktidarlarını seçmenlerine hissettirmemek için DEM Parti’nin desteğine ihtiyacı vardı.

Ama bunun için önemli bir engeli aşmak gerekiyordu: PKK

İşte bu noktada Terörsüz Türkiye diyerek süreci masumlaştırmaya başladılar.

Kendi cephelerini böyle kurtarmaya çalışırken CHP cephesini de baltalamak gerekiyordu.

CHP’yi Kurultay Davası olarak anılan dava ile kendi içinde karıştırarak ilk hamleyi yaptılar.

Akabinde kumpaslar, yalancı tanıklar, işbirlikçiler “-mış –muş” içeren; "ben öyle duydum" ifadeleriyle CHP’nin yerel yönetimlerinin güvenilmez, yolsuzluklarla anılan bir imaj çizmesini sağlamaya çalıştılar.

Belediye başkanlarının, belediye bürokratlarının, parti yöneticilerinin bir bir haksız hukuksuz yere tutuklanması da bu sebepledir.

Sözün özü; yalancının mumu yatsıya kadar yandı ve bir önceki seçimdeki “CHP güvenlik tehdididir” taktiği artık son buldu,

Yaşadığımız  son süreçte “CHP rüşvet ve her türlü yolsuzluğun döndüğü GÜVENİLMEZ bir partidir” taktiğini yaymaya çalışıyorlar.

Bu iddiaları halkta karşılık bulamasa da “Goebbels Taktiği”yle yürümeye devam edecekler.

Bu iddialarını çok çok tekrar edecekler, halk o bilgiyle ne kadar sık karşılaşırsa, o kadar doğruymuş gibi gelecek,

Tekrarın sıklığı arttıkça, doğruluk algısı da artacak.

Özgür Özel halk buluşmalarında, mitinglerde ve tv programlarında gerçekleri anlatarak bu direnci kırıyor,

Bu da AKP cephesini zor duruma sokuyor.

2023 seçimlerinde güvenlik tehdidi üzerinden şekillenen propaganda, bugün yerini ‘yolsuzluk partisi’ imajına bırakmış durumda. 

Ancak kamuoyunun algısı artık daha dirençli.

İktidarın yeni taktik arayışında olduğu açık.

CHP’nin yükselen grafiği ise, önümüzdeki dönemin psikolojik propaganda savaşlarının çok daha yoğun geçeceğini gösteriyor.

Bu yüzden sadece doğru olmak yetmez. Doğruyu sürekli ve güçlü bir şekilde anlatmak gerekir.

Evet, bu yol uzun ve dikenli, sarsıcı ve zor ilerleyecek.

Ama okun en uzaktaki hedefi vurmadan önce en dibe kadar çekilmesi gerekir.

Dipte olmak, büyük çıkışların temelidir...

Bugün kurulan yalanlar, belki bir süre odayı aydınlatır gibi görünse de, sonunda o odada yine karanlık hâkim olur.

Çünkü yalancının mumu, yatsıya kadar yanar.

Tıpkı Fatih Medresesi'ndeki uydurma mumlar gibi…

Bu millet, artık  karanlıkta kalmamak için, kendi ışığını yakmak için yola çıktı,

Ve göreceksiniz; tarih o mumların nasıl bir bir söndüğünü yazacak...

08 Temmuz 2025

DÉJÀ VU

 



Tarih 06 Aralık 1997

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Siirt’te düzenlenen bir açık hava toplantısında topluluğa yaptığı konuşmada,

Ziya Gökalp’in şiirinden bir dörtlük okudu;

“Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, müminler asker”

Konuşmayla ilgili Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı,

Türk Ceza Kanunu’nun 312/2 maddesine göre “halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçlamasıyla iddianame hazırladı.

21 Nisan 1998'de sonuçlanan davada 1 yıl hapis ile 860 bin TL ağır para cezası verildi.

Duruşmadaki hâli ve tavrı göz önüne alınarak cezası 10 ay hapis ve 176 milyon 666 bin 666 TL para cezasına çevrildi ve kendisine siyasi yasak getirildi.

Gerekçeli kararda; “Siirt'te yaptığı konuşmayla dindar ve dindar olmayan diye bölünen kesimler arasındaki gerginliği canlı tutmayı amaçlamaktaydı” yazıyordu.

‘Bunları inanç birliği maksadıyla söyledim’ şeklindeki ifadesinin inandırıcı bulunmadığı belirtilirken, ‘Benim referansım İslam'dır’ diyerek topluluğu inanan ve inanmayan olarak ayırdığı” belirtildi.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini bırakarak 26 Mart 1999 günü Kırklareli'nin Pınarhisar ilçesindeki Pınarhisar Cezaevi'ne girdi.

24 Temmuz 1999'da ceza süresini tamamlayarak cezaevinden tahliye edildi.

İşte o belediye başkanı Tayyip Erdoğan 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi kuruldu.

İlginçtir ki yeni kurulmuş olan Adalet ve Kalkınma Partisi, 3 Kasım 2002 seçimlerinde  %34,28 ile birinci parti oldu.

AKP Genel Başkanı Erdoğan, siyasi yasağı bulunduğu için seçimlere giremedi ve milletvekili seçilemedi.

Abdullah Gül yönetimindeki 58. Hükümet, Erdoğan'ın siyasi yasağının kaldırılması için TBMM’ye yasa teklifi sundu.

Ahmet Necdet Sezer yasayı veto etti fakat daha sonra onaylamak zorunda kaldı.

Bu yasanın kabulüyle Erdoğan'ın milletvekili seçilmesi için yasal bir engel kalmadı.

Seçimlerde Siirt milletvekili seçilen Fadıl Akgündüz’ün milletvekilliğinin düşürülmesinin ardından Siirt'teki seçimlerin tekrar edilmesi kararlaştırıldı.

AKP’nin Siirt birinci sıra adayı Mervan Gül 'ün adaylıktan çekilmesi ile Erdoğan partinin birinci sıra adayı olarak Siirt seçimlerine girdi ve kazandı.

Daha sonraki siyasi hayatını hepimiz biliyoruz.

Buraya kadar okuduklarınız ülkenin yakın tarihi için bir hatırlatmaydı.

Şimdi daha yakın zamanlara geliyoruz.

1990’lı yıllarda babası Anavatan Partisi Merkez İlçe Kurucu Başkanlığı yapmıştı.

2000'li yılların başında siyasi görüş olarak CHP'ye yaklaştı.

Atatürkçü düşünceleri vesilesiyle 2004 yerel seçimlerinde CHP'den Beylikdüzü Belediye Başkanlığı'na aday olması için kendisine yapılan teklifi Trabzonspor'daki yöneticiliği gerekçesiyle reddetti.

16 Eylül 2009 tarihinde CHP Merkez Yürütme Kurulu tarafından CHP Beylikdüzü İlçe Başkanlığı'na atandı;

Kısa sürede ilçe teşkilatını baştan yapılandırdı ve 27 Aralık 2009'da yapılan CHP Beylikdüzü İlçe Kongresi'nde seçilen ilk ilçe başkanı oldu.

2014 yerel seçimlerine CHP'nin Beylikdüzü Belediye Başkan adayı olarak girdi.

Partisinin bir önceki seçimde %30 olan oy oranını %50,8'e çıkararak Beylikdüzü Belediye Başkanı oldu.

31 Mart 2019 tarihinde gerçekleştirilen yerel seçimlerin sonrasında Ekrem İmamoğlu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı oldu.

Ancak AKP geçersiz oyların yeniden sayılması ve hatalı sandık tutanaklarının düzeltilmesi talebiyle itirazda bulundu.

Geçersiz oylar yeniden sayıldı ve İmamoğlu aynı gün YSK İstanbul İl Seçim Kurulundan mazbatasını alarak göreve başladı.

YSK AK Parti'nin sandık kurullarının oluşumuna yönelik itirazı üzerine İstanbul seçimlerinin 23 Haziran 2019 tarihinde yenilenmesine hükmederek İmamoğlu'nun mazbatasını iptal etti.

İstanbul'daki seçimlerin iptal edilmesinin ardından Beylikdüzü'nde miting yapan İmamoğlu, ceketini ve kravatını çıkararak: "Yolumuz uzun, heyecanımız yüksek, gençliğimiz var. Biz adalete susamış, demokrasiye inancı tam Türk gençliğiyiz... Bu ülkede karar vericiler gaflet, dalalet, hatta ihanet içinde olabilirler, ama biz asla vazgeçmeyeceğiz." diyerek aslında bugün olanların sinyalini vermişti.

23 Haziran 2019 tarihinde yapılan yenileme seçiminde en yakın rakibine 806.014 oy fark atarak -tekrar- başkan seçildi ve 27 Haziran'da mazbatasını alarak görevine başladı.

Ekrem İmamoğlu, 31 Mart 2024 tarihinde gerçekleştirilen yerel seçimlerde yüzde 51,21 oy oranıyla İstanbul’daki 2. dönemine başladı.

İmamoğlu, 21 Şubat 2025 tarihinde CHP Genel Merkezine yazdığı dilekçeyle Cumhurbaşkanlığı ön seçimine aday oldu.

18 Mart 2025 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nin yönetim kurulu CHP Cumhurbaşkanı aday adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun da aralarında bulunduğu 28 kişinin diplomalarını "yokluk" ve "açık hata" gerekçeleriyle iptal ettiğini duyurdu.

19 Mart’ta sabah baskınıyla Ekrem İmamoğlu evinde gözaltına alındı,

İBB hakkında açılan soruşturmalar neticesinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tutuklama kararını "Mali nitelikli soruşturma kapsamında şüpheli Ekrem İmamoğlu’nun suç örgütü kurmak ve yönetmek, rüşvet almak, irtikap, hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydetmek ve ihaleye fesat karıştırmak suçlarından tutuklanmasına; Şüpheli Ekrem İmamoğlu hakkında ise üzerine atılı silahlı terör örgütüne yardım etme suçundan kuvvetli suç şüphesi bulunmakla birlikte mali nitelikli suçlardan zaten tutuklanmasına karar verildiğinden bu aşamada gerek görülmemekle talebin reddine karar verilmiştir." sözleriyle açıkladı.

Ekrem İmamoğlu kararın ardından 23 Mart günü Silivri'deki Ceza İnfaz Kurumu’na gönderildi.

Aynı gün yapılan ön seçimde 15 milyon 500 bin oyla ön seçimi kazanarak Cumhuriyet Halk Partisi Cumhurbaşkanı Adayı oldu.

Ülkenin son zamanlarda içinde bulunduğu süreç bu şekilde.

Tüm bu gelişmelerle oluşan öğrenci protestolarını, gereksiz tutuklamaları, yapılan bilmem kaçıncı dalga operasyonlarını saymıyorum bile.

Aynı tarihsel döngülerin bu ülkenin başına tekrar geliyor olması nasıl açıklanır bilemiyorum.

Ben “DÉJÀ VU” diyorum,

Hani zaman zaman çoğumuzda oluşan o “ben bunları daha önce yaşamıştım” hissi…

Bazılarınız “tarih tekerrürden ibaret” diyebilir.

Ama Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi;

"Tarih"i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” 

Bu söz kulağınıza küpe olmalı aslında.

Ama belli ki tarihten ders almadıkları gibi, tekrarlamasından da korkmuyorlar…

İkisi de iptal edilen seçimlerin ardından siyaseten büyük adımlar atabildiler,

İkisi de toplulukları arkasından sürükleyebildi,

Ve ikisi de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde başlayan bir süreçle siyasetin merkezi oldular.

Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na giden yol tutuklanmasıyla başlamıştı.

Ekrem İmamoğlu’nun da Cumhurbaşkanlığı’na giden yol tutuklanmasıyla başladı.

Ekrem İmamoğlu şu an da milyonları arkasında sürüklüyor.

Her geçen gün daha da güçleniyor, boyun eğmiyor, dik duruyor ve cesaretle ilerliyor.

Bu yarış nasıl sonuçlanacak hepimiz bekleyip göreceğiz.

Ama üstünlüğün Ekrem İmamoğlu ve CHP’de olduğunu söyleyebilirim.

Süreçle ilgili şu kıssadan hisseyle sözlerime son veriyorum.


Sevdiği kıza kavuşamadığı için çekip gitmek isteyen gence Bilge sorar;

- Mecnun Leyla’sından vazgeçti mi?

Hayır.

- Kerem ateşten kaçtı mı?

Hayır.

- Ferhat dağları delmekten korktu mu?

 Hayır.

- Ya Kocadağlı Ahmet?

Bir süre susup düşündükten sonra genç;

 “O’nu hiç duymadım ki efendim” deyince Bilge:

- Tabi duymazsın. Çünkü O vazgeçti.

 Unutma;

Vazgeçenler değil, mücadele verenler tarihe geçer…

24 Haziran 2025

KARTALLAR YÜKSEK UÇAR

 


Ekrem İmamoğlu’nun Silivri’de görülen mahkemesinden bir fotoğraf karesi günlerdir sosyal medyada dolaşıyor…

Fotoğrafta benim dikkatimi çeken ise Özgür Özel.

Arkada, sessizce yol arkadaşını nasıl kurtarabileceğini düşünüyor.

Bakışlarında, duruşunda biraz yorgunluk, biraz düşünceli bir hal hakim…

Nasıl olmasın?

Daha kaç gün oldu ki en yakın arkadaşını kendi elleriyle yıkayıp mezara koyalı?

Partisi içten içe kurultay oyunlarıyla çökertilmeye çalışılıyor,

Yol arkadaşları dalga dalga yapılan komplo operasyonlarıyla hapsedilmiş,

Cumhurbaşkanı adayı gözlerinin önünde haklılığını haykırıyor…

Çok yoruldunuz, farkındayız…

Ama lütfen ayakta kalın!

Ve biliyoruz “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz”

Yoluna yoldaş, mücadelene ortak milyonlar var.

Gün gelecek sular durulacak, tıpkı o efsane sloganda haykırıldığı gibi;

“Her şey çok güzel olacak!”

Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel’in 19 Marttan bu yana sergiledikleri tavır bana kartal ve kuzgunun hikayesini çağrıştırıyor.

Derler ki; kartalı gagalamaya cesaret eden tek kuş kuzgundur.

Kartalın boynuna biner ve onunla beraber uçarken bir taraftan da onu gagalar, yenmeye çalışır.

Kartalın bu durumda yapabileceği pek bir şey yoktur ve hiç karşılık vermez, onunla dalaşmaz, kuzgun için enerji harcamaz.

Sadece kanatlarını açar, gökyüzünde yükselir ve en yüksekten uçmaya başlar.


Uçuş çok yüksektir ve kuzgun için sonun başlangıcıdır bu durum.

Kartal öyle bir irtifaya yükselir ki; kartalın uçtuğu o yükseklikte kuzgun oksijensiz kalır ve nefes alamaz, sonunda da düşer.

Kartal özgürlüğe kanat çırpar, kuzgun sonunu planlamadığı bu çatışmadan aldığı yenilgiyle sonsuzluğa gömülür…

Aslında bu hep böyle olmuştur.

Kısa çöp uzun çöpten hakkını eninde sonunda alır.

Ama mücadeleyle, ama ilahi adaletle…

Dünya kurulduğundan beri hukuk sistemlerinin de üstünde bir ilahi adalet mekanizması durmaksızın çalışır.

Bunu görebilen gözler adil olur, göremeyen gözler ise zalim…

Zalimlerin hükmü ise ya mücadelenin sonunda kazanılan zaferle,

Ya da ilahi adaletin çanı çaldığı gün son bulur.

O günden sonra dünya sadece haksızlığa karşı mücadele eden, haksızlığa uğrayan mazlumların adını hatırlar, zalimlerin adı bile anılmaz…

Hz. Musa’yı hepimiz biliriz,

Ama Onu helak etmeye çalışırken helak olan Firavun’un kim olduğu, adı, sanı bilinmez…

Ya da Ahlak Filozofu Sokrates’i düşünelim,

Sokrates 51 tane jüri önünde yargılanıyor ve idam kararı veriliyor.

Sevenleri, "seni hapishaneden kaçıralım" diyorlar.

"Bu ahlâksızlıktır" diyor ve kabul etmiyor.

“Deli taklidi yap jüri seni affedebilir” deseler de bunu da kabul etmiyor. 

Tarihe geçen savunmasında idam kararı veren jüriye şunları diyor. 

"Ölümden korkulmaz, çünkü ölümün çaresi var. Ölürsün kurtulursun. 

Ama yanlış yapmanın çaresi yoktur.

Yaptığınız yanlış kıyamete kadar sizinle birlikte gelecektir."

Aradan geçen 2500 yıla rağmen, Sokrates'in ismini bilmeyen yok.

Peki onu mahkum eden jüri heyetinin isimlerini bilen var mı? 

Yok!

Kendi yakın tarihimize baktığımızda Deniz Gezmiş’lerin davasında da aynı haksızlıklar yaşanmış,

Ve maalesef Türk siyasi tarihine bir utanç olarak kazınmıştır.

Mesela Ali Elverdi desem kaç kişi bilir kim olduğunu?

Fotoğrafını gösterseler “bu kim?” diye sorar çoğu.

Ama Deniz, Yusuf ve Hüseyin öyle mi?

Fotoğrafını göster herkes tanır…

Deniz’lerin idam kararını veren Sıkı Yönetim Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi!

Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idamlarını sigara içerek seyreden Ali Elverdi.

Kocatepe Camii’nde kılındı cenaze namazı,

İmamMerhumu nasıl bilirdiniz?” diye sormadı.

Eeee nasıl bilindiği malum…

Üç kere istenmesi gereken helallik hakkını bir kere istedi!

Sözün özü kimsenin hakkı kimseye kalmıyordu aslında…

Tarih mücadele edenleri, dik duranları yazıyor da;

Hukuku çiğneyenlerin adı anılmıyor…

Öyle hissediyorum ki Ekrem İmamoğlu davasında da aynı sonuçları göreceğiz.

Kantarın ayarını bozanlar, gün gelecek kendileri de o kantara çıkacak…

Ya bir cami avlusunda helallik alınmadan gömülecek,

Ya da mahkeme salonlarında utanç içerisinde sanık sandalyesinde oturacak…

Rus yazar Aleksandr Soljenitsin’in o ünlü sözü tam da 19 Mart sürecinde yaşananları özetliyor aslında.

“Yalan söylediklerini biliyoruz, yalan söylediklerini biliyorlar.
Yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar, yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz.
Ama hâlâ yalan söylüyorlar…”

Bunca yalan, iftira ve yalancı tanığın olduğu bir davanın sağlıklı sonuçlanması elbette mümkün değil.

Ama bu, haksızlığa karşı mücadeleyi bırakacağımız anlamına gelmemeli.
Sayın Özgür Özel mücadelesine sahip çıkıyor, her platformda uğranılan haksızlığı haykırıyor,

Sayın Ekrem İmamoğlu “Cumhurbaşkanı adayı olduğu için” tutuklu olduğunu mahkeme salonlarında anlatıyor,

Vicdanı olan, adalete inanan yurttaşlar meydanlarda CHP’nin mücadelesine destek veriyor.

Soruyorum size bunca çekilen çilenin sonucu hüsran olabilir mi?

Elbette olamaz, olmamalı.

Kartal yükselmeli ve kuzgunu sırtından atmalı…

04 Nisan 2025

KORKU

 


KORKU

“İnsanları harekete geçirmek için iki manivela vardır. Menfaat ve korku”

Böyle söylüyor Napolyon Bonapart.

Eh haksız da sayılmaz…

geldiğiniz günden beri bu ülkede kim sesini çıkarsa susturmak istediler.

Ve bu Gezi olaylarından beri zirve yapmış durumda…

Gezi’de korktunuz!

Çünkü kurmaya çalıştığınız baskılara boyun eğmediğimizi gördünüz.

Yıktınız, yaktınız, vurdunuz, öldürdünüz…

Susmadık, korkmadık, dimdik durduk!

Soma’da korktunuz!

Patronlar korunup kollanırken; ezilen, hakkı gaspedilen halkın sesi olduk,

Tekmelediniz, hor gördünüz, aşağıladınız…

Pes etmedik, adalet aramaya devam ettik!

Karadeniz’de HES’lere, Ege’de JES’lere karşı çıktık,

“Doğa Ölüyor” dedik;

Ne Havva Nine’nin çırpınışlarına aldırdınız, Ne Metin Lokumcu’nun hastalığına…

Ne de  Kızılcaköy halkının sesine kulak verdiniz,

 Şiddettin her türlüsünüz yaşattınız halka!!!

Kaz Dağları’na yürüdük!

Maden rantına sesiniz çıkmazken,

On binler yürüdü Kaz Dağlarına “Su ve Vicdan Nöbeti” başlattılar…

Cennetin bir köşesi saydığımız Kaz Dağları’nda talana geçit vermedik!

Köprüler, otoyollar ve havalimanları yapıyoruz dediniz,

“Çılgın Proje” dediniz ama,

Kuzey Ormanları’na kıyıp talan projeleri yaptınız…

Yetmedi;

İstemediğimiz halde yaptığınız otoyollardan, köprülerden,

Geçmesek de para ödedik!!!

Tüm bu çevre talanında çıkardığımız ses sizi o kadar korkuttu ki;

“Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) kapansın” diye imza kampanyası yaptınız…

Yetkilerini kısmaya kalktınız, her fırsatta kürsüden bağırıp çağırdınız…

Hak, Hukuk, Adalet aranmasından korktunuz!

“Çoklu Baro Sistemi istemiyoruz” dedi hukukçularımız,

Baro başkanlarımızı Ankara’ya sokmadınız, polislerle karşı karşıya getirdiniz.

Savunma kendini savunur hale geldi…

Evet, korku büyük, hem de çoookkk büyük,

Mezarlıktan geçerken çaldığınız ıslığın sesi ne kadar yüksekse,

Korkunuz da o kadar büyük demektir!!!

İktidarın küçük ortağı yine bangır bangır bağırıyor…

“Kapatılsın” diyor.

Yetmiyor “Onlar Corona Virüsü kadar tehlikelidir” diyor…

Duyan da İncirlik Üssü’nden falan bahsediyor sanacak Bahçeli’yi…

Oysa el kapısı değil bahsettiği,

Türk Tabipler Birliği…

Türkiye’deki hekimlerin örgütlü sesidir.

Anayasal güvence altında, 6023 sayılı yasa ile kurulmuş kamu kurumu niteliğinde,

Ülkedeki hekimlerin %80’inin (70.000) üye olduğu bir örgüt…

Üstelik hükümetten hiç bir yardım almaz.

Sağlık çalışanlarına en çok ihtiyacımız olduğu şu dönemde,

Canlarını hiçe sayarak, salgınla göğüs göğüse çarpışıyorlarken,

Virüse karşı verilen bu savaşın onur savaşçılarının tabi olduğu bu birlik niye sizi rahatsız etti?

Vaka sayılarının gerçeği yansıtmadığını söyledikleri için mi rahatsız oldunuz?

Sağlık sistemi çöktü dedikleri için mi?

Yoksa “yaşatmak için ölüyoruz” demeleri mi sizi rahatsız etti Sayın Bahçeli?

Siz iktidarın sadece bir ortağısınız,

İktidarın söyleyemediği şeyleri siz mi söylüyorsunuz?

Böyle bir çıkışın amacı nedir?

Yazımın başında da paylaşmıştım Napolyon Bonapart’ın sözünü;

“İnsanları harekete geçirmek için iki manivela vardır. Menfaat ve korku”

Sanırım Cumhur İttifakı’nın iki manivelası da aynı anda harekete geçti,

Korkusu olan taraf, menfaati olan tarafa “konuş” dedi…

Yazıktır, günahtır, ayıptır Sayın Bahçeli!

Bakıyorum da “SAĞLIK OLSUN” dediğiniz günlerden,

“SAĞLIK ÖLSÜN” dediğiniz günlere gelmişsiniz…

Ama çok değil, az kaldı bitişinize,

İktidar ömrünüz dolmak üzere, bunu herkes görüyor…

Bunca korku çığırtkanlığınız bu yüzden.

Zira James Allen’ın da söylediği gibi;

“Şüpheler ve korkular, hiç bir iş başarmaya yardım etmez. Bilakis daima başarısızlığa rehber olurlar.”

Başarısız oldunuz, bari acısını işini layıkıyla yapanlardan çıkarmayın,

Haaa bu arada belirteyim;

Biz bundan da korkmuyoruz!!!

(2019 pandemi dönemi)

KARTALLAR YÜKSEK UÇAR

  Ekrem İmamoğlu’nun Silivri’de görülen mahkemesinden bir fotoğraf karesi günlerdir sosyal medyada dolaşıyor… Fotoğrafta benim dikkatimi ç...