23 Mart 2023

TAKDİR-İ İDARİ

 


TAKDİR-İ İDARİ

 

"Tüm mantarlar yenilebilirdir, ama bazılarını sadece bir kez yersiniz."

Bu bir Litvanya özdeyişi.

Kendisini ve çevresini bekleyen tehlikeyi görmeden hareket etmeyi özgürlük sanan insanlar için söylenir.

Önümüz seçim…

Ve ne yazık ki hala aklı başına gelmemiş, 20 küsur yıldır bu ülke insanlarına yapılan her türlü zulmü görmezden gelerek “Kılıçdaroğlu’na oy vermem” diyen bir kitle var.

Bu tehlikeli kitleye gidip sorun “Tayyip Erdoğan’ı istemiyorum ama Kılıçdaroğlu da yönetemez” gibi saçma bir argümanı savunur.

Yahu arkadaşım Kılıçdaroğlu’nun yönetemeyeceğine nasıl karar verdin?

Bizi kim yönetsin diye sorsanız; dürüst, namuslu, devlet işlerinden anlayan, birleştiren, hakaret etmeyen, haklarımızı savunan, koruyan, kollayan bir lider isterler.

Eeee bunların hepsini zaten Kılıçdaroğlu’nda görebiliyoruz.

Kardeşim sen ne istiyorsun? Kılıçdaroğlu’yla zorunuz ne?

Aslında sorunun cevabı basit…

Cehalet de uyku gibidir. Seni uyandıran ilk insana tepkin kızgınlıktır.

Uyanıyoruz ve bazıları gerçekten bundan rahatsız oluyor.

Uyumak istiyor, rahatı bozulmasın istiyor, “yeni bir düzene nasıl ayak uyduracağım?” endişesi taşıyor…

Evet haklı! Hepimiz korkuyoruz…

Hepimiz biraz değişimden ve etkilerinden korkuyoruz.

Ama yıllardır zaten korkutularak, sindirilerek yaşamadık mı?

Yetmedi mi bunca yıl bu ülke topraklarına reva görülen yaşam biçimi?

Artık bir şeyleri değiştirmenin tam zamanı bence.

Bunu yaparken de kullanacağımız sihirli kelime: “BİRLEŞMEK”

"Bir araya gelmek başlangıçtır. Bir arada durabilmek ilerlemedir. Birlikte çalışmak ise başarıdır."

Henry Ford’un bu sözü tam da bugünlerimizin mottosu olmalı.

Cumhuriyetimizin 100. Yılında öyle bir seçim yapmalıyız ki;

Ya karanlığa, gericiliğe kendimizi teslim etmeliyiz,

Ya da Atatürk’e olan sözümüzü tutup;

Birinci vazifemiz olarak; Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmeliyiz...

 

Bu seçim karanlığa karşı aydınlığın,

Tek sesliliğe karşı, çok sesliliğin,

“Düşünme, itaat et” diyenlere karşı, “düşün, sor, sorgula” diyenlerin,

Şeriat gelsin diyenlere karşı, cumhuriyeti koruyanların seçimidir…

Brezilyalı dostlarımızın ülkelerinde yapılan seçimle ilgili söyledikleri gibi;

“Bu seçim cennetin kapılarını açma seçimi değil, cehennemin kapılarını kapama seçimi.”

Güç sende!

Bunu sakın unutma!

Nasıl yönetilmek istediğine sen karar vereceksin…

11 Temmuz 2015…

Rize, Çamlıhemşin, Yukarı Samistal Yaylası.

Yeşil Yol protestosunda kalabalıktan bir ses yükselir;

“Vali, Kaymakam kimdir? Ben, ben, ben, halkım ben. Devlet kimdir? Devlet benim. Devlet bizim sayemizde devlettir.”

Havva  Ananın bize anlatmak istediği şey çok belliydi.

Hükümetler geçer, makamlar geçer ama devlet bakidir.

Halkız biz… Devleti oluşturan temel unsur biziz.

Halk olarak yetki bizde, seçme hakkı bizde, devleti biz şekillendiririz.

Birleşeceğiz ve kazanacağız…

Artık bu ülkede Takdir-i İlahi dönemi bitti.

Yeni dönemin adı; Takdir-i İdari…

ESTONYA FERİBOTU

 


ESTONYA FERİBOTU

 

Hepimizin bildiği en büyük deniz kazası Titanic yolcu gemisinin batmasıdır.

1912'de yapımı tamamlandığında dünyanın en büyük buharlı yolcu gemisiydi.

Daha ilk seferini yaparken Kuzey Atlatik’in buzlu sularına gömüldü.

Bu talihsiz kaza 1514 kişinin ölümüyle sonuçlandı ve tarihe geçti.

Titanic`te yaşanan can kayıpları birçok nedene bağlanmaktaydı.

Ama asıl neden herkese yetecek kadar filika taşımıyor olmasıydı.

Titanic hepimizin bildiği bir deniz kazası olsa da;

“Batmayan gemi” ünvanına rağmen batması ve

Filminden zihinlerimizde kalan gemi batarken hala keman çalan kemancı dışında pek bir özelliği yok…

Size daha çok ilginizi çekecek Estonya Feribotundan bahsetmek istiyorum.

Deniz tarihinin en büyük kazalarından biri 28 Eylül 1994 yılında Baltık Denizi’nde yaşandı.

Estonya Feribotu’nun batmasıyla 852 yolcu öldü, 137 kişi bu kazadan kurtuldu.

Kıyıya yakın bir mesafede su alması nedeniyle yan yatarak batan feribot,

Sadece gemi mühendisleri tarafından değil aynı zamanda kazada ölümlerin nedeni açısından,

Davranış psikolojisi uzmanlarınca da yıllarca incelendi.

Davranış psikolojisi uzmanları bu kazada ölen 852 yolcunun neden kurtulamadıklarını araştırdı.

Ölenlerin yüzde 98’inin çok iyi yüzme bildiklerini belirleyen uzmanlar,

Son olarak kazadan kurtulanlarla görüştüler.

Ortaya çıkan sonuç şuydu:

Feribot 28 Eylül’de gece saat 00.50’de sert dalgalar nedeniyle su almaya başladı.

Feribota giren sular 50 santim yüksekliğe ulaştı ve feribot yan yatmaya başladı.

Su miktarının artmasıyla birlikte tahliye işlemi başladı.

Ancak 987 yolcudan sadece 137’si su almaya başlar başlamaz hemen feribotu terk etti.

Geri kalan 852 yolcu ise,

Gemi kaptanının; “Panik yapmayın dünyanın en güçlü feribotundasınız” 

(evet biliyorum burası size çok tanıdık geldi) sözlerine kanarak

Su boşaltma işlemini izlediler.

Saatler ilerledikçe feribot daha da yan yattı ama 852 yolcu izlemeye devam etti.

Sonunda saatler 01.50’yi gösterirken tamamen yan yatarak sulara gömüldü.

Feribotun su aldığını ve yan yatmaya başladığını görmelerine rağmen,

Son saniyeye kadar rahat rahat batışı izleyenler,

Psikoloji ders kitaplarında “Estonya Feribotu Sendromu” olarak yer aldı.

Çevrenize bir bakın,

Eminim bu sendroma tutulmuş onlarca insan göreceksiniz…

İşte Türkiye’de de bugün Estonya Feribotu Sendromu yaşanıyor.

Faizlerin yükselmesi,

Dövizin Merkez Bankası’nın çabalarına rağmen düşmemesi,

İşsizliğin artması,

Her yıl katlanarak artan dış borç,

80 milyonluk ülkenin 60 milyonunun borç batağında olması,

Geçinemiyorum çığlıkları,

Kepenk kapatan esnaflar,

Yetmeyen asgari ücret,

Hacizlik olmuş çiftçiler,

Çıkar yol bulamayıp intihar edenler,

Mutsuz insanlar, umutsuz gençler…

Bunların hepsi ülkenin batışını alenen gösteriyor!

Bir de tüm bunları yaşadığı halde hala AKP diyen,

“Reis bizi kurtarır” diyerek hala kurtarılacağına inanan,

-ki onlarda Stockholm Sendromu da yaşandığını düşünüyorum-

Sokak röportajında “tüm bunların sorumlusu CEHAPE” diye tutunan bir güruh var…

Tam bir akıl tutulması, Estonya Feribotu Sendromunun zirvelerinde gezen bir topluluk…

Ülke yan yatmış, oturmuş hala izliyorlar…

Evet bu ülkede geçmiş yıllarda tüp kuyruğu oldu,

Yağ kuyruğu, şeker kuyruğu, çay kuyruğu oldu.

Ama o zamanlar ambargolar, savaşlar, ihtilaller vardı.

Şimdi bunların hiç biri yok ancak,

Ucuz ekmek kuyruğu,

Ucuz karnabahar kuyruğu,

Askıda ekmek kampanyaları, upuzun İşkur kuyrukları var.

Ülkenin en büyük sosyal yardım ağı Kızılay bile 10 TL bağış toplamak için kampanya yapar hale gelmiş.

Bir tarafta ülkedeki her şeyi sata sata bitirdikleri için kesilen sıcak para musluğu nedeniyle,

Ekonomiyi bir türlü derleyip toparlayamayan bir hükümet,

Diğer tarafta felaketi görüp de,  “bize bir şey olmaz” diyerek izleyen Türk halkı.

Kredi derecelendirme kuruluşları notumuzu durmadan düşürüyor,

Yabancı yatırımcıları Türkiye’ye karşı uyarıyor.

Yabancı yatırımcılar temkinli, hatta yatırım kararlarından bile vazgeçer hale gelmiş…

Yabancılar bir gün sonrasını bile karanlık görüp gemiyi terk ederken,

Bizim halkımız tıpkı Estonya Feribotu’ndaki 852 kişi gibi batışı seyrediyor.

Ne can yeleği var, ne yüzmeyi biliyor,

Bir de durmadan kredi çekip borçlanıyor.

Ne diyeyim Allah akıl fikir versin...

Umarım bir gün Estonya Feribotu’nda ölen 852 kişinin davranışlarını inceleyen uzmanlar,

Ekonomisi çöküş yaşayan Türk insanının bu rahatlığını ve cesaretini de analiz ederler.

Buraya kadar tane tane, güzel güzel anlattım ama

Lafı daha fazla uzatmaya gerek yok,

Sen böyle rahat rahat “istikrar bozulmasın reis bizi kurtarır nasılsa” diye oy verip,

Cebinde beş kuruşsuz olan biteni seyrediyorsun ya güzel kardeşim

İşte o iş öyle olmuyor!

Sen bakma kaptanın “aynı gemideyiz” dediğine,

Onlar gemi tam yattığında son filikaya atlayıp kurtulur,

Ama sen Titanic’de ki kemancı gibi elindeki kemanla kalakalırsın.

Benden söylemesi…

MASAL

 


MASAL

Bir varmış bir yokmuş diye başlar tüm masallar.

Bugün bende size bir masal anlatacağım.

Hazırsanız başlıyorum…

Bir varmış bir yokmuş,

Çok çok uzaklarda çok çok çok güzel bir ülke varmış,

Dereleri çağıl çağıl akan, uçsuz bucaksız maviliklerle çevrili,

Yemyeşil ormanları olan, toprağında her şeyin yetiştiği,

Toprağın hem altından hem üstünden zenginlik fışkıran bir ülkeymiş…

Herkesin imrenerek baktığı bu ülke çok asil bir halka nasip olmuş.

Olmuş olmasına ama kötü gözler bu ülkenin üzerinden bir an olsun ayrılmamış…

İşgaller, savaşlar ve bunlara bağlı olarak açlık, yoksulluk, hastalıklar düşmemiş yakasından.

Sonra bir gün şimşek bakışlı mavi gözlü bir kahraman bu ülkenin kaderi olmuş.

Çekilen onca acı ve zulümden sonra bu güzel ülkeyi kurtarmış.

O, yepyeni bir ülke kurmuş aslında…

Sıfırdan ele almış her şeyi.

Demiryolları yapmış, okullar, fabrikalar, hastaneler

Yani aklınıza gelebilecek her şeyi yeniden yapmış…

O ağır yaralı ülke yoktan var olmuş, kalkınmış, yükselmiş,

Medeniyetiyle, kalkınmasıyla, ekonomisiyle göz doldurmuş…

Yıllar yılları kovalamış, zamanında bu ülkeyi işgal eden ülkeler bile,

Şahit oldukları gelişmelere şapka çıkarmışlar, saygı duymuşlar…

Günlerden bir gün mavi gözlü kahraman hastalanmış ve halkı bu duruma çok üzülmüş,

 Doktorlar etrafında pervane olmuşlar adeta ama nafile…

Soğuk bir sabahta o mavi gözler ebediyen kapanmış.

Halk haberi duyar duymaz 7’den 70’e ağlamaya başlamış…

Cenazesine defalarca yenilgiye uğrattığı düşmanları bile katılmış.

Son yolculuğuna uğurlanırken onu ayakta selamlamışlar…

Peki şimdi ne olacaktı? Herkesin kafasında aynı soru vardı.

Düzen bir şekilde kurulmuş ve bir müddet daha halk huzur içinde yaşamaya devam etmiş.

Yıllar yılları kovalamış, ülke artık o huzurlu zengin ülke değilmiş…

Yaşlanıyormuş, aynı zamanda yıpranıyormuş da…

Yeniden darbeler, isyanlar, ekonomik sıkıntılar,

Yabancı ülkelerin baskıları baş göstermeye başlamış…

Kötü yönetiliyormuş, halk mutsuzmuş ama umudunu hiç kaybetmemiş.

Bir gün yıllar evvelki gibi mutlu ve huzurlu olacağı günlerin geleceğini düşlüyormuş…

Mavi gözlü kahraman öldükten çok çok yıllar sonra ülkede bir seçim yapılmış,

Halk yeni yöneticilerini seçmiş ve yönetimi onlara teslim etmiş.

Başlarda her şey çok güzel görünürken,

Sonraları ülkenin üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başlamış…

Ülke yavaş yavaş fakirleşiyor, saygınlığını yitiriyor ve garip bir hal alıyormuş.

Bunu fark eden bir kısım halk mevcut yöneticilere ses yükseltmeye başlamış.

Bundan memnun olmayan yöneticiler, bu kişileri hapse göndermişler,

Böylece ülkede özgürlük bir varmış bir yokmuş…

Yöneticileri hırs bürümüş, gücün zehri damarlarında dolaşmaya başlamış,

Mavi gözlü kahramanın izinden giden askerlerden rahatsız olmuş,

Türlü oyunlarla onları hapse göndermişler.

Böylece ülkede huzur bir varmış bir yokmuş…

Başka ülkelerle olan ilişkileri de çok bozulmuş,

Ne ticaret yapabiliyormuş, ne dostluk kurabiliyormuş…

Yöneticilerin kaba ve uzlaşmadan uzak tavırları dost ülkeleri de uzaklaştırmış,

Güzel ülke artık yapayalnızmış.

Böylece ülkede saygınlık bir varmış bir yokmuş…

Mavi gözlü kahramanın kurduğu fabrikalar bir bir satılıyormuş,

Araziler zenginlere veriliyor, kaynaklar har vurup harman savruluyor,

Yollar ve köprülerden para vererek geçiliyor, bu paralar başka zenginlere gidiyormuş.

Hastaneler yok ediliyor, yerine başka zenginleri daha çok zengin edecek hastaneler kuruluyor,

Hastalardan daha önce hiç bilmedikleri paralar alınıyormuş…

Kurulan düzen yok ediliyor,  üretim bitme noktasına getiriliyorken,

Yetmezmiş gibi zenginden vergi almazken, fakirden kat kat vergi almaya başlamışlar…

Halk adeta efsunlanmış gibi tepki veremez bir hale gelmiş,

Artık bunun adına sabır mı dersiniz yoksa öğrenilmiş çaresizlik mi?

Ona da siz karar verin…

Günden güne ülke fakirleşiyor, ama yöneticiler zenginliklerine zenginlik katıyormuş,

Kendilerine saraylar yaptırmışlar, daha nice imkânlar tanımışlar…

Böylece ülkede zenginlik bir varmış bir yokmuş…

Halkın düzeni iyice bozulmuş, kadınlar öldürülüyor,

Çocuklar ve hayvanlar tecavüze uğruyor, sokaklar her geçen gün korku tüneline dönüyormuş…

Şiddet, korku ve baskı halkı esir almış, huzur ülkeyi terk edip gitmiş.

Başına gelen her kötülükte adalete sığınan halk bir bakmış ki,

Aslında adalet terazisi de yöneticilerin elindeymiş…

Böylece ülkede adalet bir varmış bir yokmuş…

Günler günleri, aylar ayları kovalarken, ülkedeki her şeyi satarak ilerleyen yöneticiler,

Bir gün bir bakmışlar ki kasa bomboş ve satacak hiç bir şey kalmamış…

Ülkenin idare edilebilecek parası yokmuş ama kendilerinden asla taviz vermemişler.

Tüm dünyada hastalık kol gezerken bu ülkeye de uğramış ancak ülke hazırlıksız yakalanmış.

Ne halkına destek olabileceği parası, ne eğitim için verebileceği imkanları,

Ne esnafa, ne çiftçiye, ne işçiye, ne memura dokunacak bir yardımı olmamış…

Hatta ve hatta hastalığın tedavisini yapan aşıyı bile alamamış.

Oysa ki mavi gözlü kahraman bu ülkeye aşı üreten bir yer bırakmış,

Fakat ileriyi göremeyip şimdiyle yetinen yöneticiler onu bile kapatmışlar…

Halk çaresiz evinde şifa bekleyedursun,

Biz masalımızın sonuna gelelim…

Bu güzel ülke çok eski zamanlarda küçük paralarla büyük işler yapanlar tarafından kurulmuş,

Ama büyük paralarla küçük işler yapanlar tarafından yok edilme çabasına girilmiş…

Zamanında her şeyi olan bu güzel ülkede artık;

Özgürlük bir varmış bir yokmuş,

Huzur bir varmış bir yokmuş,

Saygınlık bir varmış bir yokmuş,

Zenginlik bir varmış bir yokmuş,

Adalet bir varmış bir yokmuş…

Kim bilir belli mi olur günün birinde bir kahraman çıkar ve ülkeyi bu yöneticilerden kurtarır,

Belki de o kahraman sensindir…

YÜK

 


YÜK

 

“Eğitimde asıl yük, öğretmenin maaşıyla ilgilidir. Milli Eğitim Bakanlığının bütçesine bakarsanız, yatırım bütçesinin çok çok küçük olduğunu görürsünüz. Neye göre, personel maaşına göre. Bu tüm okullar için böyledir. Yani asıl yük kira varsa kirada ve öğretmen maaşındadır. Geri kalan yük vergi yüküdür ve elektrik, su parasıdır. Eğer vergi yükü devam ederse, eğer maaş devam ederse büyük ihtimalle bizim masraflarımızda Milli Eğitim Bakanlığının, büyük bir azalma olmaz ama başka yerlerde daha fazla bütçeye ihtiyacımız olur ki öyle oluyor zaten."

Böyle dedi ülkemin Milli Eğitim Bakanı,

Üstelik kendisi de bir öğretmen…

İyi de Sayın Bakan Bey bunu niye bize söylüyorsunuz?

Niye mensubu bulunduğunuz iktidarın Maliye Bakanı ile bir araya gelip,

Yatırım için ek bütçe istemiyorsunuz?

Yada niye Cumhurbaşkanına çıkıp derdinizi anlatmıyorsunuz?

****

Hasan Ali YÜCEL…

Eğitimde sıçrama yaptıran Milli Eğitim Bakanımız…

Yurt gezilerinden birinde Atatürk, Kayseri’dedir.

Kendisine eğitim konusunda danışmanlık yapmak üzere,

Bakanlık tarafından Hasan Ali Yücel görevlendirilir.

Mustafa Kemal, bir gün yanında bulunanlara

"Türk milleti ne zaman kendini kurtulmuş sayabilir?" diye sorar.

Yanındakiler doğal olarak görüşlerini bildirirler.

Sonra Hasan Ali Yücel söz alır;

"Paşam, Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse

o zaman kurtulmuş olur" der.

Mustafa Kemal kendisine;

"Bu çocuğun ileri attığı, üstünde bizi derin derin düşündürmeye değer bir fikirdir" diyerek takdirlerini bildirir.

28 Aralık 1938'de istifa eden Saffet Arıkan'ın yerine Maarif Vekili olur.

Hepimizin bildiği en önemli projesini de bu dönemde gerçekleştirir.

Tamamen Türkiye'ye özgü bir eğitim projesi olan Köy Enstitülerini,

Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanı olarak bizzat yönetti.

O dönem birçok Avrupa ülkesine ilham kaynağı olan bir eğitim modeliydi.

Neredeyse tüm Anadolu'nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği göz önüne alınarak,

Köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra,

Yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular.

Kurtuluş Savaşı sonrasında vatandaşların sadece %3-4'ünün okuma yazması vardı.

Halkın %80'i köylerde yaşıyordu.

Bu projenin temelini oluşturan düşünce ise askerliğini çavuş olarak yapmış erlerden,

Köy öğretmeni yetiştirilip köylerine öğretmen olarak gönderilme projesiydi.

Atatürk ilk defa Köy Enstitülerinin kuruluş yasalarını bu şekilde çıkardı.

Sonraki dönemde Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç gibi eğitim neferlerimiz sayesinde,

Proje büyüdü Avrupa’ya kadar yayıldı…

Para yoktu, teknoloji yoktu, okuma-yazma bilen insan bile yoktu,

Elimizde sadece tazecik bir Cumhuriyet vardı, bir de idealist vatansever öğretmenler…

Bir ulusun dili, okuması, yazması, hatta yazma yönü bile tamamen değişmişken,

Bir Milli Eğitim Bakanı çıktı ve köylerde ki insanlar da okuma yazma öğrensin diye,

Avrupa’nın imreneceği projeyi geliştirdi.

Şimdi günümüze geliyoruz, yıl olmuş 2020

Teknolojinin zirve yaptığı bir dönemde uzaktan eğitim sistemi EBA çalışmıyor,

Sayın Bakan bunu öğretmen maaşının yüksek olması ile ilişkilendiriyorsa,

Vay halimize…

Siz televizyonlar da ağlayın Sayın Bakanım…

Öğretmen maaşı, vergiler, elektrik, su parası “yük” deyin,

Bu yüzden proje geliştiremiyoruz deyin…

Ama unutmayın ki bu millet esas yükün kim olduğunu, ne olduğunu,

Eğitim, sağlık gibi temel konulara harcanması gereken vergilerin,

Nerelere, kimlere harcandığını biliyor…

****

14 Mayıs 1919

İzmir’in esaretten önceki son gecesi,

Karanlık, puslu, boğucu bir hava…

Mekteb-i Sultani (İzmir Atatürk Lisesi) Edebiyat öğretmeniydi,

Daha 25 yaşındaydı, Doğma büyüme İzmir’liydi…

Öğretmen Mustafa Necati Bey!!!

İzmir işgal edilirken Hasan Tahsin’den sonra çıktı kürsüye

Vatan ordusuna iltihaka hazırlanınız” dedi,

Konuşmasını tamamalayıp “Teslim olmayacağız” diyerek kürsüden indi…

İşgal bitti, Cumhuriyet ilan edildi.

Milli Eğitim Bakanı oldu.

Yaptığı sayısız devrim ve yenilikle Türkiye Cumhuriyeti’nde Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte,

Eğitime en büyük gelişmeyi kaydettiren Mustafa Necati Bey’di.

Bu yenilikler arasında çıkardığı kanunla öğretmenlerin haklarını genişletmek,

“Maarif hizmetinde asıl olan öğretmenliktir” hükmü ile öğretmenliğin itibarını arttırmak en dikkat çekeniydi.

1 Ocak 1929’da, harf inkılabının yaygınlaşması amacıyla,

Millet Mektepleri’nin açıldığı günde hayatını kaybetti.

Henüz 35 yaşındaydı.

Ülkemiz için birçok alanda çok büyük işler yapan bu güzel insanın ölümü,

Ulu önderimiz Atatürk’ü ağlatmayı başaran nadir olaylardan biri olmuştu.

Öğretmenin hakkını ne kadar çok savunursanız,

Eğitim kalitesi artar, nitelikli bir eğitim için temel unsur öğretmendir.

Maaşını, haklarını her şeyi geçtim,

Öğretmenleri öğrencilere, ailelere, idarecilere ezdirmeyin Sayın Bakanım…

Siz öğretmene televizyonlarda bunu yaparsanız,

Densizin biri çıkar “öğretmenler bu ülkenin en şımarık topluluğudur. Yattıkları yerden para aldıkları yetmiyor gibi haftada bir derse gitmeye bile itiraz eder hale geldiler” der ve siz susarsınız…

****

Ben Nazlı Sıla Durmuş

Atanamayan bir öğretmenim…

Atanamayan 460 bin öğretmen ve atanmış olan öğretmen arkadaşlarım gibi

Bende Sayın Bakanın bu sözlerinden hicap duydum.

Eğitime, öğretmene bakış açısı bu olmamalı.

Bir Milli Eğitim Bakanı öğretmenin maaşını diline dolayıp,

Televizyonlarda millete şikayet etmemeli.

Aksine eğitimdeki sorunlara çözüm bulmalı…

Öğretmen maaşı yük değil, fedakarlığın, alın terinin, özverinin,

Yıllarca dirsek çürütüp okumanın, sınavdan sınava koşmanın karşılığıdır.

Atatürk’ün dediği gibi;

“ULUSLARI KURTARACAK OLANLAR YALNIZ VE ANCAK ÖĞRETMENLERDİR”

 

Hasan Ali Yücel’ler, İsmail Hakkı Tonguç’lar, Mustafa Necati’ler …

Bu sözün en güzel örnekleridir.

Kah kitlelere vatanseverlik aşılayarak,

Kah gerici zihniyetle savaşarak,

Kah en ücra köylere eğitim ışığı saçmak için çalışarak,

Büyük Türk Milletine yön vermişlerdir…

Öğretmen; öyle bir öğrenci yetiştirir ki 7 düvelle savaşır,

Çaresiz bir ulusa vatan hediye eder…

Öğretmenlik sadece bir iş ya da meslek değildir,

Özü insan, kaynağı sevgi, ilkesi bilimdir.

Mesela hiç bir öğretmen işe gidiyorum demez, okula yada derse gidiyordur.

“Öğrencilerim” derken gözleri parlar, heyecanlanır…

Öğretmenlik özeldir, eşsizdir, hayattır, nefestir, keşiftir, vatandır, yarındır…

“ÖĞRETMENLİK SONSUZLUKTUR…”

 

Mesleğini layıkıyla yapan tüm öğretmenlerimizin Öğretmenler Günü kutlu olsun…

KARTALLAR YÜKSEK UÇAR

  Ekrem İmamoğlu’nun Silivri’de görülen mahkemesinden bir fotoğraf karesi günlerdir sosyal medyada dolaşıyor… Fotoğrafta benim dikkatimi ç...