10 Kasım 2023

BİR MUSTAFA KEMAL ÖYKÜSÜ

 


Saçları altın sarısı, gözleri gök mavisiydi ama,

Bakışları derin ve anlamlıydı…

Zekâsının keskinliğini, kararlılığını ve idealistliğini,

Şimşek gibi bakışlarından anlayabilirdiniz…

Karakteristik yüz hatları düzgün ve biçimliydi.

Gülerken çok fotoğrafı yoktur ama,

Aslında gülmek Ona yakışıyordu…

Bakımlı, tertipli ve düzenliydi.

Savaş zamanlarında bile tıraşını olur, bakımına özen gösterirdi.

Elleri çok üşürdü,

Bu yüzden sürekli eldiven giyerdi…

Boyu upuzun değildi belki ama,

Giydiği her şey çok yakışırdı…

Şafak pembesine ayrı bir ilgi duyardı.

Laciverti sevmezdi ama siyahı ağırlıkla tercih ederdi.

Ehh ne de olsa siyah lider rengiydi, asildi…

Stilistti, kendi kıyafetlerini kendisi tasarlardı.

Mevsime ve ortama uygun giyinmeyi tercih eder,

Giyim kuşamıyla karşısındakine adeta bir mesaj verirdi…

Detaycı ve mükemmeliyetçiydi.

Devrimlerini gerçekleştirirken bile her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündü...

İnsanüstü değildi elbette,

Hepimiz gibi etten, kemikten, kandan ibaretti…

Ama hepimizden fazla çalışkandı, fedakârdı, zekiydi.

Öngörüsü yüksek, kararlı, azimli ve sabırlıydı…

Bedene ve varoluşa değil,

Fikirlere ve üretmeye önem verirdi…

Çayı aramazdı ama, Türk kahvesini çok severdi.

Yanında bir bardak su ile Türk kahvesi içmek en büyük zevkleri arasındaydı.

Günde 15-20 fincan içtiği olurdu…

Önemli kararlar alacağı zaman kahvelerin arası sıklaşır, sigarasını yanından eksik etmezdi.

Öyle kahvaltıyla falan da çok arası yoktu,

Kuru fasulye-pilav varsa akşam yemeğinde,

Değme ziyafetler yanında halt etmişti…

Rakısını leblebiyle yudumlamayı severdi.

Alaturka dinler, türkü söyler, müziğe ilgi duyardı.

Safiye Ayla’nın sesinden ‘Yanık Ömer’ şarkısını ilk dinlediğinde,

Büyük bir hayranlıkla tekrar tekrar okumasını rica etmiş, o da okumuştu.

Vardar Ovası’nı, Selanik Türküsü ’nü söyler,

Doğduğu topraklara olan özlemi kabardıkça kabarırdı…

Dans etmeyi çok severdi,

Danslı toplantı ve balolarda her daim pistteydi.

Polka, Mazurka, Kadril ve Vals gibi salon danslarını daha çocukluk yıllarında öğrendiği için,

Bu konuda neredeyse uzmanlaşmıştı.

Türk Halk Oyunları gözdesiydi,

Zeybek gönlünde ayrı bir yere sahipti…

“Artık Avrupalılara ‘Bizim de mükemmel bir dansımız var’ diyebiliriz ve bu oyunu salonlarımızda, gösterilerimizde oynayabiliriz. Bu zeybek dansı her toplu gösteride kadınla birlikte oynanabilir ve oynanmalıdır” diyerek milli bir dans yaratılmasında öncülük etmişti.

Daha o yıllarda Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatrosu ve Senfoni Orkestraları kurarak;

Sanatın bilgili, duyarlı, kişilikli insanlar yetiştirebileceğini ön görmüştü…

En dinlendiği anlar kitap okuduğu anlardı.

"Ben çocukken yoksuldum. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim.

Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiç birisini yapamazdım."

Kitaplara olan düşkünlüğünü bu sözlerle anlatırdı.

Yaşamı boyunca 3997 tane kitap okudu,

“Çalıkuşu” başucu kitabıydı.

Grigoriy Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesi'nde”,

Jean Jacques Ruosseau’dan “Toplumsal Mukavele”,

Ziya Gökalp’ten “Türkçülüğün Esasları” en sevdikleri arasındaydı.

Sadece okumuyor, aynı zamanda yazıyordu.

Dokuz kitap yazdı,

Geometri ve Medeni Bilgiler kitapları hariç diğer altı tanesi askerlik üzerineydi.

Sadece iki kitabı diğerlerinden farklıydı

En bilinen kitabı Nutuk’tu.

Aşırılığı sevmezdi, ölçülüydü…

Hiç bir şeyin fazlasından hoşlanmadığı gibi din konusunda da abartıyı sevmezdi.

Din konusuna “Allah ile kul arasındaki bağlılıktır” diyerek karşılık verirdi.

Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an tefsiri yaptırdı,

Hz. Muhammed’in hayatını kitap olarak yazdırdı.

Özel hafızı Hafız Yaşar Okur’a zaman zaman evinde Kur’an okuturdu,

Manevi kızlarından Nebile’ye ezan ve Kur’an okutup dinlerdi.  

Yedi yaşında annesi Zübeyde Hanım’ın isteği ile Kuran-ı Kerim’i hatmetti.

Sekiz yaşında Kuran’ın tamamını ezbere okuyabiliyordu.

Dini hiç bir zaman gösteriş malzemesi olarak kullanmadı…

Annesi vefat ettiğinde yanında olamayışı, içinde derin bir yara açmıştı ama;

Vatan meselesi kişisel meselelerinden önemliydi...

Bulgaristan’da askeri ateşeyken Miti’ye aşık oldu,

Emine’ye, Fikriye’ye, Madame Corinne’e karşı adı konulmamış duygusal yakınlıklar yaşadı,

Nazmiye’ye evlenme teklif etti,

Latife Hanım’la 2,5 yıl evli kaldı… 

Manevi evlatları hep kız çocuklarıydı.

Sabiha, Ülkü, Afet, Nebile, Rukiye ve Zehra…

O günün şartlarında kız çocuğu olmalarına rağmen okuyup çok iyi yerlere gelmelerini sağladı.

Kız çocuklarının ve kadınların fırsat verilirse neler yapabileceğine örnek teşkil etsin istiyordu.

Saltanatın yeniden hortlamasını istemediği için hiç erkek çocuk evlat edinmedi,

Sahip çıktığı Abdurrahim ve Mustafa’yı ise annesi ve kız kardeşinin himayesine verdi…

Kadınları, çocukları ve gençleri çok önemserdi.

Türkiye’nin geleceğini hep onlarda gördü.

Sevmezdi sarayları, şatafatı, gösterişi…

Halkın arasında olmayı ve onları dinlemeyi,

Sarayların boğucu yalnızlığına tercih ederdi.

Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur,

Onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.

Bir şenliğe rastlasa "Galiba burada bir düğün var" deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi.

Florya'da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi.

Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi.

O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi.

Onlarla saatlerce söyleşirdi.

Odasında asılı olan "Dört Mevsim" isimli tabloyu çok severdi.

Sıkıntılı, ateşli koma gecelerinin sabahında gözlerini açtığında bu tabloyla karşılaşır,

Bu tabloya bakınca memleketin 4 köşesini görebildiğini söylerdi.

Hastalığının son evrelerinde yanına Afet İnan'ı alıp,

Gözlerini tabloya dikince dudaklarından su sözcükler dökülürdü:

"Gidelim Afet... Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım.

Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda... Evet... Evet...

Hemen çekip gidelim ormanlara...

Hele ben bir iyi olayım da..."

İnsandı Atatürk…

Anadolu köylüsü kadar cömert ve sıcakkanlı,

Bir Karadeniz’li kadar canlı.

Bir Aydın’lı kadar oturaklı ve zeybek,

Bir İstanbul beyefendisi kadar naif…

‘Biz’ gibiydi Atatürk, mayası bizdendi yani.

Tüm ömrü boyunca sadece ‘vatan ve millet’ için çarptı kalbi,

57 yıl yaşadı sadece…

Onun 57 yıla sığdırdıklarını biz asırlara sığdıramayız.

85 yıl önce aramızdan ayrıldı…

85 yıldır tarifi imkansız, yeri dolmayan bir boşluk var hepimizde.

Açtığı yol bizi bugün hala ayakta tutuyor.

Bedeni aramızdan ayrıldı ama bize bıraktıkları yaşatıyor Onu,

Fikirleri, devrimleri, idealleri…

Ve ben bugün size şunu söylemek istiyorum;

Onu hiç görmedim, Onunla hiç karşılaşmadım, Onunla hiç konuşmadım,

Ama sanki bunları yaşamışım gibi öylesine özlüyorum ki Onu…

Ruhun şad olsun Gazi Paşam!!!

KARTALLAR YÜKSEK UÇAR

  Ekrem İmamoğlu’nun Silivri’de görülen mahkemesinden bir fotoğraf karesi günlerdir sosyal medyada dolaşıyor… Fotoğrafta benim dikkatimi ç...