Saçları
altın sarısı, gözleri gök mavisiydi ama,
Bakışları
derin ve anlamlıydı…
Zekâsının
keskinliğini, kararlılığını ve idealistliğini,
Şimşek gibi
bakışlarından anlayabilirdiniz…
Karakteristik
yüz hatları düzgün ve biçimliydi.
Gülerken çok
fotoğrafı yoktur ama,
Aslında
gülmek Ona yakışıyordu…
Bakımlı,
tertipli ve düzenliydi.
Savaş
zamanlarında bile tıraşını olur, bakımına özen gösterirdi.
Elleri çok
üşürdü,
Bu yüzden
sürekli eldiven giyerdi…
Boyu upuzun
değildi belki ama,
Giydiği her
şey çok yakışırdı…
Şafak
pembesine ayrı bir ilgi duyardı.
Laciverti
sevmezdi ama siyahı ağırlıkla tercih ederdi.
Ehh ne de
olsa siyah lider rengiydi, asildi…
Stilistti,
kendi kıyafetlerini kendisi tasarlardı.
Mevsime ve
ortama uygun giyinmeyi tercih eder,
Giyim
kuşamıyla karşısındakine adeta bir mesaj verirdi…
Detaycı ve
mükemmeliyetçiydi.
Devrimlerini
gerçekleştirirken bile her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündü...
İnsanüstü
değildi elbette,
Hepimiz gibi
etten, kemikten, kandan ibaretti…
Ama hepimizden
fazla çalışkandı, fedakârdı, zekiydi.
Öngörüsü
yüksek, kararlı, azimli ve sabırlıydı…
Bedene ve
varoluşa değil,
Fikirlere ve
üretmeye önem verirdi…
Çayı aramazdı
ama, Türk kahvesini çok severdi.
Yanında bir
bardak su ile Türk kahvesi içmek en büyük zevkleri arasındaydı.
Günde 15-20
fincan içtiği olurdu…
Önemli
kararlar alacağı zaman kahvelerin arası sıklaşır, sigarasını yanından eksik
etmezdi.
Öyle
kahvaltıyla falan da çok arası yoktu,
Kuru
fasulye-pilav varsa akşam yemeğinde,
Değme
ziyafetler yanında halt etmişti…
Rakısını
leblebiyle yudumlamayı severdi.
Alaturka
dinler, türkü söyler, müziğe ilgi duyardı.
Safiye
Ayla’nın sesinden ‘Yanık Ömer’ şarkısını ilk dinlediğinde,
Büyük bir
hayranlıkla tekrar tekrar okumasını rica etmiş, o da okumuştu.
Vardar
Ovası’nı, Selanik Türküsü ’nü söyler,
Doğduğu
topraklara olan özlemi kabardıkça kabarırdı…
Dans etmeyi
çok severdi,
Danslı
toplantı ve balolarda her daim pistteydi.
Polka,
Mazurka, Kadril ve Vals gibi salon danslarını daha çocukluk yıllarında
öğrendiği için,
Bu konuda
neredeyse uzmanlaşmıştı.
Türk Halk
Oyunları gözdesiydi,
Zeybek
gönlünde ayrı bir yere sahipti…
“Artık Avrupalılara
‘Bizim de mükemmel bir dansımız var’ diyebiliriz ve bu oyunu salonlarımızda,
gösterilerimizde oynayabiliriz. Bu zeybek dansı her toplu gösteride kadınla
birlikte oynanabilir ve oynanmalıdır”
diyerek milli bir dans yaratılmasında öncülük etmişti.
Daha o
yıllarda Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatrosu ve Senfoni Orkestraları
kurarak;
Sanatın
bilgili, duyarlı, kişilikli insanlar yetiştirebileceğini ön görmüştü…
En dinlendiği
anlar kitap okuduğu anlardı.
"Ben çocukken yoksuldum. İki
kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim.
Eğer böyle olmasaydım, bu
yaptıklarımın hiç birisini yapamazdım."
Kitaplara
olan düşkünlüğünü bu sözlerle anlatırdı.
Yaşamı
boyunca 3997 tane kitap okudu,
“Çalıkuşu”
başucu kitabıydı.
Grigoriy
Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesi'nde”,
Jean Jacques
Ruosseau’dan “Toplumsal Mukavele”,
Ziya
Gökalp’ten “Türkçülüğün Esasları” en sevdikleri arasındaydı.
Sadece
okumuyor, aynı zamanda yazıyordu.
Dokuz kitap
yazdı,
Geometri ve
Medeni Bilgiler kitapları hariç diğer altı tanesi askerlik üzerineydi.
Sadece iki
kitabı diğerlerinden farklıydı
En bilinen
kitabı Nutuk’tu.
Aşırılığı
sevmezdi, ölçülüydü…
Hiç bir şeyin
fazlasından hoşlanmadığı gibi din konusunda da abartıyı sevmezdi.
Din konusuna “Allah ile kul arasındaki bağlılıktır”
diyerek karşılık verirdi.
Elmalılı
Hamdi Yazır’a Kur’an tefsiri yaptırdı,
Hz.
Muhammed’in hayatını kitap olarak yazdırdı.
Özel hafızı Hafız
Yaşar Okur’a zaman zaman evinde Kur’an okuturdu,
Manevi
kızlarından Nebile’ye ezan ve Kur’an okutup dinlerdi.
Yedi yaşında
annesi Zübeyde Hanım’ın isteği ile Kuran-ı Kerim’i hatmetti.
Sekiz yaşında
Kuran’ın tamamını ezbere okuyabiliyordu.
Dini hiç bir zaman
gösteriş malzemesi olarak kullanmadı…
Annesi vefat
ettiğinde yanında olamayışı, içinde derin bir yara açmıştı ama;
Vatan
meselesi kişisel meselelerinden önemliydi...
Bulgaristan’da
askeri ateşeyken Miti’ye aşık oldu,
Emine’ye,
Fikriye’ye, Madame Corinne’e karşı adı konulmamış duygusal yakınlıklar yaşadı,
Nazmiye’ye
evlenme teklif etti,
Latife
Hanım’la 2,5 yıl evli kaldı…
Manevi
evlatları hep kız çocuklarıydı.
Sabiha, Ülkü,
Afet, Nebile, Rukiye ve Zehra…
O günün
şartlarında kız çocuğu olmalarına rağmen okuyup çok iyi yerlere gelmelerini
sağladı.
Kız
çocuklarının ve kadınların fırsat verilirse neler yapabileceğine örnek teşkil
etsin istiyordu.
Saltanatın
yeniden hortlamasını istemediği için hiç erkek çocuk evlat edinmedi,
Sahip çıktığı
Abdurrahim ve Mustafa’yı ise annesi ve kız kardeşinin himayesine verdi…
Kadınları,
çocukları ve gençleri çok önemserdi.
Türkiye’nin
geleceğini hep onlarda gördü.
Sevmezdi
sarayları, şatafatı, gösterişi…
Halkın
arasında olmayı ve onları dinlemeyi,
Sarayların
boğucu yalnızlığına tercih ederdi.
Bazen de
rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur,
Onlarla
birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.
Bir şenliğe
rastlasa "Galiba burada bir düğün var" deyip sünnet çocuklarını ya da
gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi.
Florya'da
kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi.
Çocuklarla
şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi.
O’na
pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını
yanaştırıp kahve içmeye giderdi.
Onlarla
saatlerce söyleşirdi.
Odasında
asılı olan "Dört Mevsim" isimli tabloyu çok severdi.
Sıkıntılı,
ateşli koma gecelerinin sabahında gözlerini açtığında bu tabloyla karşılaşır,
Bu tabloya
bakınca memleketin 4 köşesini görebildiğini söylerdi.
Hastalığının
son evrelerinde yanına Afet İnan'ı alıp,
Gözlerini
tabloya dikince dudaklarından su sözcükler dökülürdü:
"Gidelim Afet... Bir orman
kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım.
Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda...
Evet... Evet...
Hemen çekip gidelim ormanlara...
Hele ben bir iyi olayım da..."
İnsandı
Atatürk…
Anadolu
köylüsü kadar cömert ve sıcakkanlı,
Bir
Karadeniz’li kadar canlı.
Bir Aydın’lı
kadar oturaklı ve zeybek,
Bir İstanbul
beyefendisi kadar naif…
‘Biz’ gibiydi
Atatürk, mayası bizdendi yani.
Tüm ömrü
boyunca sadece ‘vatan ve millet’
için çarptı kalbi,
57 yıl yaşadı
sadece…
Onun 57 yıla
sığdırdıklarını biz asırlara sığdıramayız.
85 yıl önce
aramızdan ayrıldı…
85 yıldır
tarifi imkansız, yeri dolmayan bir boşluk var hepimizde.
Açtığı yol
bizi bugün hala ayakta tutuyor.
Bedeni
aramızdan ayrıldı ama bize bıraktıkları yaşatıyor Onu,
Fikirleri,
devrimleri, idealleri…
Ve ben bugün
size şunu söylemek istiyorum;
Onu hiç
görmedim, Onunla hiç karşılaşmadım, Onunla hiç konuşmadım,
Ama sanki
bunları yaşamışım gibi öylesine özlüyorum ki Onu…
Ruhun şad
olsun Gazi Paşam!!!
