04 Nisan 2025

KORKU

 


KORKU

“İnsanları harekete geçirmek için iki manivela vardır. Menfaat ve korku”

Böyle söylüyor Napolyon Bonapart.

Eh haksız da sayılmaz…

geldiğiniz günden beri bu ülkede kim sesini çıkarsa susturmak istediler.

Ve bu Gezi olaylarından beri zirve yapmış durumda…

Gezi’de korktunuz!

Çünkü kurmaya çalıştığınız baskılara boyun eğmediğimizi gördünüz.

Yıktınız, yaktınız, vurdunuz, öldürdünüz…

Susmadık, korkmadık, dimdik durduk!

Soma’da korktunuz!

Patronlar korunup kollanırken; ezilen, hakkı gaspedilen halkın sesi olduk,

Tekmelediniz, hor gördünüz, aşağıladınız…

Pes etmedik, adalet aramaya devam ettik!

Karadeniz’de HES’lere, Ege’de JES’lere karşı çıktık,

“Doğa Ölüyor” dedik;

Ne Havva Nine’nin çırpınışlarına aldırdınız, Ne Metin Lokumcu’nun hastalığına…

Ne de  Kızılcaköy halkının sesine kulak verdiniz,

 Şiddettin her türlüsünüz yaşattınız halka!!!

Kaz Dağları’na yürüdük!

Maden rantına sesiniz çıkmazken,

On binler yürüdü Kaz Dağlarına “Su ve Vicdan Nöbeti” başlattılar…

Cennetin bir köşesi saydığımız Kaz Dağları’nda talana geçit vermedik!

Köprüler, otoyollar ve havalimanları yapıyoruz dediniz,

“Çılgın Proje” dediniz ama,

Kuzey Ormanları’na kıyıp talan projeleri yaptınız…

Yetmedi;

İstemediğimiz halde yaptığınız otoyollardan, köprülerden,

Geçmesek de para ödedik!!!

Tüm bu çevre talanında çıkardığımız ses sizi o kadar korkuttu ki;

“Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) kapansın” diye imza kampanyası yaptınız…

Yetkilerini kısmaya kalktınız, her fırsatta kürsüden bağırıp çağırdınız…

Hak, Hukuk, Adalet aranmasından korktunuz!

“Çoklu Baro Sistemi istemiyoruz” dedi hukukçularımız,

Baro başkanlarımızı Ankara’ya sokmadınız, polislerle karşı karşıya getirdiniz.

Savunma kendini savunur hale geldi…

Evet, korku büyük, hem de çoookkk büyük,

Mezarlıktan geçerken çaldığınız ıslığın sesi ne kadar yüksekse,

Korkunuz da o kadar büyük demektir!!!

İktidarın küçük ortağı yine bangır bangır bağırıyor…

“Kapatılsın” diyor.

Yetmiyor “Onlar Corona Virüsü kadar tehlikelidir” diyor…

Duyan da İncirlik Üssü’nden falan bahsediyor sanacak Bahçeli’yi…

Oysa el kapısı değil bahsettiği,

Türk Tabipler Birliği…

Türkiye’deki hekimlerin örgütlü sesidir.

Anayasal güvence altında, 6023 sayılı yasa ile kurulmuş kamu kurumu niteliğinde,

Ülkedeki hekimlerin %80’inin (70.000) üye olduğu bir örgüt…

Üstelik hükümetten hiç bir yardım almaz.

Sağlık çalışanlarına en çok ihtiyacımız olduğu şu dönemde,

Canlarını hiçe sayarak, salgınla göğüs göğüse çarpışıyorlarken,

Virüse karşı verilen bu savaşın onur savaşçılarının tabi olduğu bu birlik niye sizi rahatsız etti?

Vaka sayılarının gerçeği yansıtmadığını söyledikleri için mi rahatsız oldunuz?

Sağlık sistemi çöktü dedikleri için mi?

Yoksa “yaşatmak için ölüyoruz” demeleri mi sizi rahatsız etti Sayın Bahçeli?

Siz iktidarın sadece bir ortağısınız,

İktidarın söyleyemediği şeyleri siz mi söylüyorsunuz?

Böyle bir çıkışın amacı nedir?

Yazımın başında da paylaşmıştım Napolyon Bonapart’ın sözünü;

“İnsanları harekete geçirmek için iki manivela vardır. Menfaat ve korku”

Sanırım Cumhur İttifakı’nın iki manivelası da aynı anda harekete geçti,

Korkusu olan taraf, menfaati olan tarafa “konuş” dedi…

Yazıktır, günahtır, ayıptır Sayın Bahçeli!

Bakıyorum da “SAĞLIK OLSUN” dediğiniz günlerden,

“SAĞLIK ÖLSÜN” dediğiniz günlere gelmişsiniz…

Ama çok değil, az kaldı bitişinize,

İktidar ömrünüz dolmak üzere, bunu herkes görüyor…

Bunca korku çığırtkanlığınız bu yüzden.

Zira James Allen’ın da söylediği gibi;

“Şüpheler ve korkular, hiç bir iş başarmaya yardım etmez. Bilakis daima başarısızlığa rehber olurlar.”

Başarısız oldunuz, bari acısını işini layıkıyla yapanlardan çıkarmayın,

Haaa bu arada belirteyim;

Biz bundan da korkmuyoruz!!!

(2019 pandemi dönemi)

10 Kasım 2023

BİR MUSTAFA KEMAL ÖYKÜSÜ

 


Saçları altın sarısı, gözleri gök mavisiydi ama,

Bakışları derin ve anlamlıydı…

Zekâsının keskinliğini, kararlılığını ve idealistliğini,

Şimşek gibi bakışlarından anlayabilirdiniz…

Karakteristik yüz hatları düzgün ve biçimliydi.

Gülerken çok fotoğrafı yoktur ama,

Aslında gülmek Ona yakışıyordu…

Bakımlı, tertipli ve düzenliydi.

Savaş zamanlarında bile tıraşını olur, bakımına özen gösterirdi.

Elleri çok üşürdü,

Bu yüzden sürekli eldiven giyerdi…

Boyu upuzun değildi belki ama,

Giydiği her şey çok yakışırdı…

Şafak pembesine ayrı bir ilgi duyardı.

Laciverti sevmezdi ama siyahı ağırlıkla tercih ederdi.

Ehh ne de olsa siyah lider rengiydi, asildi…

Stilistti, kendi kıyafetlerini kendisi tasarlardı.

Mevsime ve ortama uygun giyinmeyi tercih eder,

Giyim kuşamıyla karşısındakine adeta bir mesaj verirdi…

Detaycı ve mükemmeliyetçiydi.

Devrimlerini gerçekleştirirken bile her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündü...

İnsanüstü değildi elbette,

Hepimiz gibi etten, kemikten, kandan ibaretti…

Ama hepimizden fazla çalışkandı, fedakârdı, zekiydi.

Öngörüsü yüksek, kararlı, azimli ve sabırlıydı…

Bedene ve varoluşa değil,

Fikirlere ve üretmeye önem verirdi…

Çayı aramazdı ama, Türk kahvesini çok severdi.

Yanında bir bardak su ile Türk kahvesi içmek en büyük zevkleri arasındaydı.

Günde 15-20 fincan içtiği olurdu…

Önemli kararlar alacağı zaman kahvelerin arası sıklaşır, sigarasını yanından eksik etmezdi.

Öyle kahvaltıyla falan da çok arası yoktu,

Kuru fasulye-pilav varsa akşam yemeğinde,

Değme ziyafetler yanında halt etmişti…

Rakısını leblebiyle yudumlamayı severdi.

Alaturka dinler, türkü söyler, müziğe ilgi duyardı.

Safiye Ayla’nın sesinden ‘Yanık Ömer’ şarkısını ilk dinlediğinde,

Büyük bir hayranlıkla tekrar tekrar okumasını rica etmiş, o da okumuştu.

Vardar Ovası’nı, Selanik Türküsü ’nü söyler,

Doğduğu topraklara olan özlemi kabardıkça kabarırdı…

Dans etmeyi çok severdi,

Danslı toplantı ve balolarda her daim pistteydi.

Polka, Mazurka, Kadril ve Vals gibi salon danslarını daha çocukluk yıllarında öğrendiği için,

Bu konuda neredeyse uzmanlaşmıştı.

Türk Halk Oyunları gözdesiydi,

Zeybek gönlünde ayrı bir yere sahipti…

“Artık Avrupalılara ‘Bizim de mükemmel bir dansımız var’ diyebiliriz ve bu oyunu salonlarımızda, gösterilerimizde oynayabiliriz. Bu zeybek dansı her toplu gösteride kadınla birlikte oynanabilir ve oynanmalıdır” diyerek milli bir dans yaratılmasında öncülük etmişti.

Daha o yıllarda Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatrosu ve Senfoni Orkestraları kurarak;

Sanatın bilgili, duyarlı, kişilikli insanlar yetiştirebileceğini ön görmüştü…

En dinlendiği anlar kitap okuduğu anlardı.

"Ben çocukken yoksuldum. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim.

Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiç birisini yapamazdım."

Kitaplara olan düşkünlüğünü bu sözlerle anlatırdı.

Yaşamı boyunca 3997 tane kitap okudu,

“Çalıkuşu” başucu kitabıydı.

Grigoriy Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesi'nde”,

Jean Jacques Ruosseau’dan “Toplumsal Mukavele”,

Ziya Gökalp’ten “Türkçülüğün Esasları” en sevdikleri arasındaydı.

Sadece okumuyor, aynı zamanda yazıyordu.

Dokuz kitap yazdı,

Geometri ve Medeni Bilgiler kitapları hariç diğer altı tanesi askerlik üzerineydi.

Sadece iki kitabı diğerlerinden farklıydı

En bilinen kitabı Nutuk’tu.

Aşırılığı sevmezdi, ölçülüydü…

Hiç bir şeyin fazlasından hoşlanmadığı gibi din konusunda da abartıyı sevmezdi.

Din konusuna “Allah ile kul arasındaki bağlılıktır” diyerek karşılık verirdi.

Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an tefsiri yaptırdı,

Hz. Muhammed’in hayatını kitap olarak yazdırdı.

Özel hafızı Hafız Yaşar Okur’a zaman zaman evinde Kur’an okuturdu,

Manevi kızlarından Nebile’ye ezan ve Kur’an okutup dinlerdi.  

Yedi yaşında annesi Zübeyde Hanım’ın isteği ile Kuran-ı Kerim’i hatmetti.

Sekiz yaşında Kuran’ın tamamını ezbere okuyabiliyordu.

Dini hiç bir zaman gösteriş malzemesi olarak kullanmadı…

Annesi vefat ettiğinde yanında olamayışı, içinde derin bir yara açmıştı ama;

Vatan meselesi kişisel meselelerinden önemliydi...

Bulgaristan’da askeri ateşeyken Miti’ye aşık oldu,

Emine’ye, Fikriye’ye, Madame Corinne’e karşı adı konulmamış duygusal yakınlıklar yaşadı,

Nazmiye’ye evlenme teklif etti,

Latife Hanım’la 2,5 yıl evli kaldı… 

Manevi evlatları hep kız çocuklarıydı.

Sabiha, Ülkü, Afet, Nebile, Rukiye ve Zehra…

O günün şartlarında kız çocuğu olmalarına rağmen okuyup çok iyi yerlere gelmelerini sağladı.

Kız çocuklarının ve kadınların fırsat verilirse neler yapabileceğine örnek teşkil etsin istiyordu.

Saltanatın yeniden hortlamasını istemediği için hiç erkek çocuk evlat edinmedi,

Sahip çıktığı Abdurrahim ve Mustafa’yı ise annesi ve kız kardeşinin himayesine verdi…

Kadınları, çocukları ve gençleri çok önemserdi.

Türkiye’nin geleceğini hep onlarda gördü.

Sevmezdi sarayları, şatafatı, gösterişi…

Halkın arasında olmayı ve onları dinlemeyi,

Sarayların boğucu yalnızlığına tercih ederdi.

Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur,

Onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.

Bir şenliğe rastlasa "Galiba burada bir düğün var" deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi.

Florya'da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi.

Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi.

O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi.

Onlarla saatlerce söyleşirdi.

Odasında asılı olan "Dört Mevsim" isimli tabloyu çok severdi.

Sıkıntılı, ateşli koma gecelerinin sabahında gözlerini açtığında bu tabloyla karşılaşır,

Bu tabloya bakınca memleketin 4 köşesini görebildiğini söylerdi.

Hastalığının son evrelerinde yanına Afet İnan'ı alıp,

Gözlerini tabloya dikince dudaklarından su sözcükler dökülürdü:

"Gidelim Afet... Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım.

Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda... Evet... Evet...

Hemen çekip gidelim ormanlara...

Hele ben bir iyi olayım da..."

İnsandı Atatürk…

Anadolu köylüsü kadar cömert ve sıcakkanlı,

Bir Karadeniz’li kadar canlı.

Bir Aydın’lı kadar oturaklı ve zeybek,

Bir İstanbul beyefendisi kadar naif…

‘Biz’ gibiydi Atatürk, mayası bizdendi yani.

Tüm ömrü boyunca sadece ‘vatan ve millet’ için çarptı kalbi,

57 yıl yaşadı sadece…

Onun 57 yıla sığdırdıklarını biz asırlara sığdıramayız.

85 yıl önce aramızdan ayrıldı…

85 yıldır tarifi imkansız, yeri dolmayan bir boşluk var hepimizde.

Açtığı yol bizi bugün hala ayakta tutuyor.

Bedeni aramızdan ayrıldı ama bize bıraktıkları yaşatıyor Onu,

Fikirleri, devrimleri, idealleri…

Ve ben bugün size şunu söylemek istiyorum;

Onu hiç görmedim, Onunla hiç karşılaşmadım, Onunla hiç konuşmadım,

Ama sanki bunları yaşamışım gibi öylesine özlüyorum ki Onu…

Ruhun şad olsun Gazi Paşam!!!

KARTALLAR YÜKSEK UÇAR

  Ekrem İmamoğlu’nun Silivri’de görülen mahkemesinden bir fotoğraf karesi günlerdir sosyal medyada dolaşıyor… Fotoğrafta benim dikkatimi ç...