10 Kasım 2023

BİR MUSTAFA KEMAL ÖYKÜSÜ

 


Saçları altın sarısı, gözleri gök mavisiydi ama,

Bakışları derin ve anlamlıydı…

Zekâsının keskinliğini, kararlılığını ve idealistliğini,

Şimşek gibi bakışlarından anlayabilirdiniz…

Karakteristik yüz hatları düzgün ve biçimliydi.

Gülerken çok fotoğrafı yoktur ama,

Aslında gülmek Ona yakışıyordu…

Bakımlı, tertipli ve düzenliydi.

Savaş zamanlarında bile tıraşını olur, bakımına özen gösterirdi.

Elleri çok üşürdü,

Bu yüzden sürekli eldiven giyerdi…

Boyu upuzun değildi belki ama,

Giydiği her şey çok yakışırdı…

Şafak pembesine ayrı bir ilgi duyardı.

Laciverti sevmezdi ama siyahı ağırlıkla tercih ederdi.

Ehh ne de olsa siyah lider rengiydi, asildi…

Stilistti, kendi kıyafetlerini kendisi tasarlardı.

Mevsime ve ortama uygun giyinmeyi tercih eder,

Giyim kuşamıyla karşısındakine adeta bir mesaj verirdi…

Detaycı ve mükemmeliyetçiydi.

Devrimlerini gerçekleştirirken bile her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündü...

İnsanüstü değildi elbette,

Hepimiz gibi etten, kemikten, kandan ibaretti…

Ama hepimizden fazla çalışkandı, fedakârdı, zekiydi.

Öngörüsü yüksek, kararlı, azimli ve sabırlıydı…

Bedene ve varoluşa değil,

Fikirlere ve üretmeye önem verirdi…

Çayı aramazdı ama, Türk kahvesini çok severdi.

Yanında bir bardak su ile Türk kahvesi içmek en büyük zevkleri arasındaydı.

Günde 15-20 fincan içtiği olurdu…

Önemli kararlar alacağı zaman kahvelerin arası sıklaşır, sigarasını yanından eksik etmezdi.

Öyle kahvaltıyla falan da çok arası yoktu,

Kuru fasulye-pilav varsa akşam yemeğinde,

Değme ziyafetler yanında halt etmişti…

Rakısını leblebiyle yudumlamayı severdi.

Alaturka dinler, türkü söyler, müziğe ilgi duyardı.

Safiye Ayla’nın sesinden ‘Yanık Ömer’ şarkısını ilk dinlediğinde,

Büyük bir hayranlıkla tekrar tekrar okumasını rica etmiş, o da okumuştu.

Vardar Ovası’nı, Selanik Türküsü ’nü söyler,

Doğduğu topraklara olan özlemi kabardıkça kabarırdı…

Dans etmeyi çok severdi,

Danslı toplantı ve balolarda her daim pistteydi.

Polka, Mazurka, Kadril ve Vals gibi salon danslarını daha çocukluk yıllarında öğrendiği için,

Bu konuda neredeyse uzmanlaşmıştı.

Türk Halk Oyunları gözdesiydi,

Zeybek gönlünde ayrı bir yere sahipti…

“Artık Avrupalılara ‘Bizim de mükemmel bir dansımız var’ diyebiliriz ve bu oyunu salonlarımızda, gösterilerimizde oynayabiliriz. Bu zeybek dansı her toplu gösteride kadınla birlikte oynanabilir ve oynanmalıdır” diyerek milli bir dans yaratılmasında öncülük etmişti.

Daha o yıllarda Devlet Opera ve Balesi, Devlet Tiyatrosu ve Senfoni Orkestraları kurarak;

Sanatın bilgili, duyarlı, kişilikli insanlar yetiştirebileceğini ön görmüştü…

En dinlendiği anlar kitap okuduğu anlardı.

"Ben çocukken yoksuldum. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim.

Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiç birisini yapamazdım."

Kitaplara olan düşkünlüğünü bu sözlerle anlatırdı.

Yaşamı boyunca 3997 tane kitap okudu,

“Çalıkuşu” başucu kitabıydı.

Grigoriy Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesi'nde”,

Jean Jacques Ruosseau’dan “Toplumsal Mukavele”,

Ziya Gökalp’ten “Türkçülüğün Esasları” en sevdikleri arasındaydı.

Sadece okumuyor, aynı zamanda yazıyordu.

Dokuz kitap yazdı,

Geometri ve Medeni Bilgiler kitapları hariç diğer altı tanesi askerlik üzerineydi.

Sadece iki kitabı diğerlerinden farklıydı

En bilinen kitabı Nutuk’tu.

Aşırılığı sevmezdi, ölçülüydü…

Hiç bir şeyin fazlasından hoşlanmadığı gibi din konusunda da abartıyı sevmezdi.

Din konusuna “Allah ile kul arasındaki bağlılıktır” diyerek karşılık verirdi.

Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an tefsiri yaptırdı,

Hz. Muhammed’in hayatını kitap olarak yazdırdı.

Özel hafızı Hafız Yaşar Okur’a zaman zaman evinde Kur’an okuturdu,

Manevi kızlarından Nebile’ye ezan ve Kur’an okutup dinlerdi.  

Yedi yaşında annesi Zübeyde Hanım’ın isteği ile Kuran-ı Kerim’i hatmetti.

Sekiz yaşında Kuran’ın tamamını ezbere okuyabiliyordu.

Dini hiç bir zaman gösteriş malzemesi olarak kullanmadı…

Annesi vefat ettiğinde yanında olamayışı, içinde derin bir yara açmıştı ama;

Vatan meselesi kişisel meselelerinden önemliydi...

Bulgaristan’da askeri ateşeyken Miti’ye aşık oldu,

Emine’ye, Fikriye’ye, Madame Corinne’e karşı adı konulmamış duygusal yakınlıklar yaşadı,

Nazmiye’ye evlenme teklif etti,

Latife Hanım’la 2,5 yıl evli kaldı… 

Manevi evlatları hep kız çocuklarıydı.

Sabiha, Ülkü, Afet, Nebile, Rukiye ve Zehra…

O günün şartlarında kız çocuğu olmalarına rağmen okuyup çok iyi yerlere gelmelerini sağladı.

Kız çocuklarının ve kadınların fırsat verilirse neler yapabileceğine örnek teşkil etsin istiyordu.

Saltanatın yeniden hortlamasını istemediği için hiç erkek çocuk evlat edinmedi,

Sahip çıktığı Abdurrahim ve Mustafa’yı ise annesi ve kız kardeşinin himayesine verdi…

Kadınları, çocukları ve gençleri çok önemserdi.

Türkiye’nin geleceğini hep onlarda gördü.

Sevmezdi sarayları, şatafatı, gösterişi…

Halkın arasında olmayı ve onları dinlemeyi,

Sarayların boğucu yalnızlığına tercih ederdi.

Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur,

Onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi.

Bir şenliğe rastlasa "Galiba burada bir düğün var" deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi.

Florya'da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi.

Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi.

O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi.

Onlarla saatlerce söyleşirdi.

Odasında asılı olan "Dört Mevsim" isimli tabloyu çok severdi.

Sıkıntılı, ateşli koma gecelerinin sabahında gözlerini açtığında bu tabloyla karşılaşır,

Bu tabloya bakınca memleketin 4 köşesini görebildiğini söylerdi.

Hastalığının son evrelerinde yanına Afet İnan'ı alıp,

Gözlerini tabloya dikince dudaklarından su sözcükler dökülürdü:

"Gidelim Afet... Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım.

Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda... Evet... Evet...

Hemen çekip gidelim ormanlara...

Hele ben bir iyi olayım da..."

İnsandı Atatürk…

Anadolu köylüsü kadar cömert ve sıcakkanlı,

Bir Karadeniz’li kadar canlı.

Bir Aydın’lı kadar oturaklı ve zeybek,

Bir İstanbul beyefendisi kadar naif…

‘Biz’ gibiydi Atatürk, mayası bizdendi yani.

Tüm ömrü boyunca sadece ‘vatan ve millet’ için çarptı kalbi,

57 yıl yaşadı sadece…

Onun 57 yıla sığdırdıklarını biz asırlara sığdıramayız.

85 yıl önce aramızdan ayrıldı…

85 yıldır tarifi imkansız, yeri dolmayan bir boşluk var hepimizde.

Açtığı yol bizi bugün hala ayakta tutuyor.

Bedeni aramızdan ayrıldı ama bize bıraktıkları yaşatıyor Onu,

Fikirleri, devrimleri, idealleri…

Ve ben bugün size şunu söylemek istiyorum;

Onu hiç görmedim, Onunla hiç karşılaşmadım, Onunla hiç konuşmadım,

Ama sanki bunları yaşamışım gibi öylesine özlüyorum ki Onu…

Ruhun şad olsun Gazi Paşam!!!

29 Ekim 2023

CUMHURİYET SENSİN

 


Mazhar Müfit Kansu

Atatürk’ün yaveri…

Atatürk'ün vizyonunu ve Cumhuriyet’in ilanı öncesi günleri bakın nasıl anlatıyor…

Erzurum Kongresi yapıldığı dönemlerde geçen bir konuşma:

“Mazhar not defterin yanında mı?”

“Hayır paşam.”

“Zahmet olacak ama bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.”

Mazhar Müfit Kansu'nun aşağıya gidip elinde not defteriyle geldiğini görünce,

Sigarasından bir iki nefes çektikten sonra:

“Ama bu defterin, bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak.

Bir ben, bir sen, bir de Kalem Mahsus Müdürü Süreyya bileceksiniz, şartım bu…”

Paşa'nın şartı kabul edildi.

Atatürk “Öyleyse tarih koy” dedi.

28 Temmuz, 1919 Sabaha karşı.

“Pekâlâ, yaz” diyerek devam etti.

“Zaferden sonra Hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır… Bu bir.

İki; “Padişah ve Haneden hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır.”

Üç; “Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.”

Bu anda kalem Kansu'nun elinden düşüverdi.

Mustafa Kemal'in yüzüne baktı.

O da onun yüzüne bakıyordu.

Bu, gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşmasıydı.

Kansu, Gazi Paşa ile zaman zaman senli benli konuşurdu.

“Neden duraksadın?” dedi.

“Darılma ama paşam, sizin de hayal peşinde koşan taraflarınız var” diye cevapladı Kansu.

Atatürk güldü…

“Bunu zaman gösterir, sen yaz” dedi.

Dört “Latin harflerini kabul etmek.”

“Paşam yeter, yeter…” dedi Mazhar Bey.

Biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın davranışı ile:

“Cumhuriyet ilanını başarmış olalım da üst tarafı yeter” dedi…

Daha sonrasını Kansu'nun cümleleriyle dinleyelim…

“Defterimi kapattım. “Paşam sabah oldu. Sanırım siz oturmaya devam edeceksiniz, hoşça kalın” dedim.

Yanından ayrıldım. Gerçekten gün ağarmıştı.

O anda olayların beni nasıl aldattığını ve Mustafa Kemal'i doğruladığını,

Mustafa Kemal'in beni nasıl bir cümle ile yıllar sonra susturduğunu tarih önünde açıklamalıyım…”

Aradan yıllar geçmişti…

Çankaya'da akşam yemeklerinde birkaç defa:

“Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine daha Erzurum'da, şapka giyilecek,

Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman,

Defterini koltuğunun altına almış ve bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti” demekle kalmadı,

Bir gün önemli bir ders daha verdi.

Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu'ndan dönüyordu.

Ankara'ya geldiği zaman da otomobille eski meclis binası önünden geçiyordu.

Ben de kapı önünde bulunuyordum.

Beni yanına çağırdı ve şöyle dedi:

“Azizim Mazhar Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?”

İşte Cumhuriyet böyle bir vizyonun, böyle bir dâhinin eseri...

Bugün 100. Yaşını kutluyoruz ama aslında Cumhuriyet’in yaşı fikir olarak çok daha fazla…

100 yıllık ağaç gibi köklü, 1 yıllık fidan gibi taze…

Cumhuriyet sadece bir devlet biçimi değildir.

Aklı hür, vicdanı hür bireyler yetiştirir, geleceği aydınlatır,

Cumhuriyet yaşamın, faziletin, faziletli bir toplumun ta kendisidir aslında...

Cumhuriyet erkektir;

Hasan Ali Yücel’dir, Yunus Nadi’dir, İbrahim Refik Saydam’dır, Oktay Sinanoğlu’dur, Halil İnalcık’tır, Vecihi Hürkuş’tur, Yaşar Doğu’dur…

Cumhuriyet eşitliktir, adalettir, omuz omuza olmaktır,

Cumhuriyet kadındır;

Sabiha Gökçen’dir, Afife Jale’dir, Halide Edip’tir, Türkan Saylan’dır, Müzeyyen Senar’dır, Gül Esin’dir, Muazzez İlmiye Çığ’dır, Safiye Ayla’dır…

Onu doğru anlamak, Onu doğru yaşamak gerekir.

Cumhuriyet aradan 100 yıl da geçse Mustafa Kemal’in sesidir, nefesidir, yüreğidir…

Cumhuriyet bu ülkenin dağıdır, taşıdır, suyudur, ekmeğidir, aşıdır…

Cumhuriyet yarınların teminatı, geçmişin mirasıdır.

Cumhuriyet Çanakkale’dir, Sakarya’dır, Kocatepe’dir,

Doğu’nun sisli dağlarıdır,

Ankara’nın kurak bozkırları,

Karadeniz’in hırçın dalgaları,

Akdeniz’in yakıcı güneşidir…

Cumhuriyet Ege’de zeybektir, efedir!!

İstanbul’un Boğazı’dır…

Afyon’un haşhaşı, Adana’nın pamuğu, Konya’nın buğdayıdır,

Edirne’nin ayçiçeği, Rize’nin çay bahçesi, Bitlis’in tütünüdür,

Aydın’ın inciri, Malatya’nın kayısısı, Antalya’nın narenciyesidir,

Cumhuriyet üretimdir, fabrikalardır, savunma sanayidir…

Erzurum’dur, Sivas’tır, Samsun’dur…

Mücadeledir, kandır, gözyaşıdır…

Kundakta bebesiyle mermi taşıyan Şerife Bacı’dır, Sütçü İmam’dır, Gördesli Makbule’dir,

Yörük Ali Efe’dir, Kara Fatma’dır, Hasan Tahsin’dir…

Cumhuriyet Anadolu’dur, bacası tüten Yörük çadırıdır,

Çıplak ayaklı köy çocuklarıdır, 15’inde bu vatana feda olmuş kınalı kuzulardır…

Cumhuriyet ilimdir, irfandır, gelecektir…

Cumhuriyet ışıktır…

Bakmayın şimdilerde “cumhuriyetçilik” oynayanlara…

O kişiler için bile daha o dönemde Atatürk inanılmaz bir vizyonla aşağıdaki cümleleri kullanıyor:

"Gelecek nesillerin Türkiye'de Cumhuriyet'in ilanı günü, ona en merhametsizce hücum edenlerin başında, cumhuriyetçiyim iddiasında bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla farz etmeyiniz! Bilâkis, Türkiye’nin münevver ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların hakikî zihniyetlerini tahlil ve tesbitte hiç de tereddüde düşmeyeceklerdir." 1927 (Nutuk)

Bu ülkenin şimdi daha çok ihtiyacı var sana,

Durma sahip çık, koru, gözün gibi bak Cumhuriyetimize…

“Bunca kahramanın yanında ben neyim ki?” deme,

Esas kahraman aynaya baktığın zaman gördüğünde,

Cumhuriyet sende, senin içinde…

Sakın yılma, pes etme, sıkı sıkı sarıl,

ÇÜNKÜ, CUMHURİYET SENSİN ASLINDA…

 

 

** Bizlerin bugünleri yaşaması için gözünü kırpmadan mücadele eden tüm CUMHURİYET KAHRAMANLARINA saygı, sevgi ve minnetle şükranlarımı sunuyorum. Kutlu olsun 100. Cumhuriyet Yılımız…

 

16 Haziran 2023

BİR SEÇİMİN ANATOMİSİ

 


BİR SEÇİMİN ANATOMİSİ

 

Şöyle başlar Sokrates’in Savunması

“Atinalılar! beni suçlayanların üzerinizdeki tesirini bilemiyorum. Fakat sözleri o kadar kandırıcıydı ki, ben kendi hesabıma onları dinlerken az daha kim olduğumu unutuyordum. Böyle olmakla beraber, inanın doğru tek söz bile söylememişlerdir.”

Evet Kılıçdaroğlu çok çalıştı, çok ter döktü, çok uğraştı…

Ama olmadı!

Peki yanlış neredeydi?

Gelin hep birlikte bakalım…

Tüm Dünya’da insanların birincil önceliği güvenlik olmuştur.

Eğer siz bir sistemi değiştirmek istiyorsanız,

Mevcut sistemin artık halkı güvende tutamadığına,

Güvenli bir gelecek sunamadığına dair insanları ikna etmelisiniz.

İşte tam da bu noktada iktidarın söylemleriyle seçimin gidişatını belirlediğini hepimiz kabul edelim.

Tüm seçim dönemi boyunca AKP’li siyasetçiler LGBTİ+ konusunu defalarca gündeme taşıdılar.

Hepimiz “ne alaka?” dedik.

Meydanlarda, televizyon programlarında ve sosyal medyada laf dönüp dolaşıp LGBTİ+ konusuna geldi.

Ama asıl mesaj şuydu;

“Karşı taraf ahlaksız ve bu yüzden onların hiçbir dediğine güvenemezsiniz”

Halkın güvende olma duygusuna ilk darbe vurulmuştu, ama bunu hiç kimse okuyamadı.

Bu mesajı okuyamadığımız gibi toplumda CHP’ye karşı yıllardır süregelen bir ön yargı var.

2019 yerel seçiminde bu ön yargı azda olsa kırılmış olmasına rağmen,

Günümüzde hala daha CHP’ye oy vermenin “günah” olduğunu düşünen,

CHP’yi güvenlik tehdidi olarak gören hatırı sayılır sayıda insan var ülkemizde.

2016 yılında Yeni Akit’te yazdığı yazıda İbrahim Bektaş,

CHP’ye oy vermiş kişileri “tövbe etmeye” çağırıyordu.

Toplumda CHP’ye karşı oluşan bu önyargıları kırmak için minik dokunuşlar değil,

Tüm gücünüzle vurmanız gerekir.

Çünkü anahtarı bulamadıysanız prangaları dokunarak kırmanız mümkün değildir.

İktidar Kılıçdaroğlu’nun ahlaki karakterini karalamakla meşguldü.

Tüm bunlar olurken muhalefet kalp yapmaya, kucaklaşma, helalleşme söylemlerine devam etti.

Kılıçdaroğlu’nun ön yargılarla ilgili en önemli hamlesi “Alevi” başlıklı videosuydu.

115 milyondan fazla izlenerek bir rekor kırdı ancak önyargı zincirlerini kırmaya yetmedi.

Dedim ya az önce minik dokunuşlar değil, tüm gücünüzle vuracaksınız…

Ahlaki açıdan güvenilir bir insan olmadığını göstermek için Kılıçdaroğlu’nun PKK ile ilişkilendirildiğini gördük.

Bu noktada iktidarın temel taktiği Kılıçdaroğlu’nun Babala Tv yayınında da değindiği gibi,

“Goebbels Taktiği”dir.

Yani kısaca açıklamak gerekirse;

Bir bilgi ne kadar çok tekrar edilirse, o bilgiyle ne kadar sık karşılaşırsanız, o kadar doğruymuş gibi geliyor.

Tekrarın sıklığı arttıkça, doğruluk algısı da artıyor.

Eğitimde de böyledir aslında;

Montessori eğitimlerinde "temrinin tekrarı" tekniği vardır.

Her ne kadar eğitim süresince geçerli olsa da, ne kadar tekrar o kadar akılda kalma olayın gerçeği.

Kılıçdaroğlu’nun PKK ile ilişkilendirilmesi,

Montaj videoların yayınlanması,

İktidarın elinde tuttuğu medya kanalıyla bu algıyı her mecrada sürekli tekrar etmesi,

Bir süre sonra inkarın yetersizliğini ortaya koyuyor.

Bir noktadan sonra onu doğruluğu ispatlı, kesin bir şeymiş gibi düşünmeye başlıyorlar.

İddiayı ilk nerede duyduk, kimden duyduk, bize nasıl bir kanıt gösterildi, hepsini unutuluyor

O mesajın güvenilir olup olmadığına dair bütün ayrıntıları unutup,

Sadece mesajın içeriğini hatırladığımızda da, ne kadar saçma bir iddia olursa olsun inanma olasılığımız artıyor.

Kılıçdaroğlu karşıtı kampanyanın da ana stratejisi tam olarak buydu.

Ne yazık ki bununla da doğru taktikleri uygulayarak başedilemedi.

Ekonomik kriz, deprem ve diğer tüm konular rafa kalktı.

Tüm gündem Kılıçdaroğlu’nun PKK ile anlaştığı noktasına çekildi.

İktidar tek konu üzerinden gündem oluştururken,

Kılıçdaroğlu emekli ikramiyesi dedi, depremzedelere bedava ev dedi, staj mağdurları dedi,

Aile destek sigortası dedi, kalıcı yaz saati dedi, ekonomik kriz dedi, YÖK’ü kapatacağım dedi,

Parlamenter sisteme dönüş dedi, yolsuzlukla mücadele dedi, memur maaşları dedi,

Asgari ücret dedi, emekli maaşı dedi, Kızılay dedi, çiftçiye indirimli elektrik dedi,

Sıfır ÖTV dedi, gençlere oyun konsolu ve cep telefonu dedi, sığınmacı dedi…….

Bu liste uzar gider….

Oysa ki az içerik çok tekrar olsaydı, ve sık tekrarlansaydı Kılıçdaroğlu şu an Cumhurbaşkanımız olabilirdi.

Şimdi hitap ettiğiniz kitle “neyi nasıl anlatırsanız anlar” önce bunu tahlil etmek gerekir.

Türkiye’deki seçmen kitlesini tanımak dediğimizde o kitlenin derdini bilmek değil,

Değerlerine zarar vermeden çözüm yollarını anlatabilmek ve ikna etmek önemli.

OECD nin yaptığı araştırmaya göre;

Türkiye'de okuduğunu anlama ve basit problem çözme yeteneğine sahip olmayanların nüfus içindeki oranı yaklaşık %40

Bu oran Japonya'da %4, Finlandiya'da %6, Hollanda'da %8, İsveç, Danimarka ve Yeni Zelanda'da %9.

Siz bu kitleye sırtınızda LGBTİ+ ve PKK yükleriyle giderseniz,

Ve bunun üzerine 100 tane vaatte bulunursanız sonuç kaçınılmazdır….

Tüm seçim dönemi boyunca seçim çalışmasını ”CHP ve Kılıçdaroğlu gelirse ülke güvenliğinin tehlikeye düşeceği, ahlaksızlığın tırmanacağı” argümanı üzerine yoğunlaştıran AKP ve Tayyip Erdoğan sonucu istediği gibi şekillendirmiştir.

İnsanlar tehlike anında kurulu düzene sarılırlar.

Tıpkı Amerikan Başkanı George W. Bush’un görev onay oranının, 

Eylül 2001 civarında %52'yken, Ekim başında bir anda %90'a fırlaması gibi.

Peki bu artışın nedeni ne?

11 Eylül Saldırıları.

Aynısını ülkemizde de yaşadık.

7 Haziran 2015 seçimlerinde, AKP %40.9 oy almış fakat tek başına iktidar olacak kadar milletvekili çıkaramamıştır.

Ancak takip eden yaz günlerinde Suruç Saldırısı, “hendek operasyonları”, Ankara Garı Saldırısı gibi olaylar

Seçimden sonraki aylarda terörü bir numaralı gündem haline getirmiştir.

1 Kasım 2015'te yapılan seçimde AKP oylarını bir anda yaklaşık 8.5 puan arttırmış,

Tek başına yeniden iktidar olmuştur.

Yazının başında da belirttiğim gibi halkın birinci önceliği güvenlik duygusudur.

Ve ne yazık ki çok basit taktiksel hatalarla seçim kaybedilmiştir.

Tüm bu argümanların yanında vatandaşlık verilen yabancıların oy kullanması,

Sahte seçmenler, listelere küsen oy vermeyen seçmenler,

Özellikle İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Karadeniz’de organize olamayan bir muhalefet,

Bazı seçim bölgelerinde görevli olmaması ve sandık güvenliğinde ki eksiklikler gibi birçok nedende

Seçimin beklenilen sonucu doğurmadığını bizlere gösterdi.

Gandhi; “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz”  der.

Bence haklı…

O yüzden artık önümüzdeki yerel seçimlere bakmalıyız.

Kişisel kanaatim şudur ki;

CHP’nin silkinip kendine gelmesi için belki de böyle bir sonuç gerekiyordu.

Çok üzüldüm, hala daha kendime gelebilmiş değilim ama bazen gerekiyor sanırım böyle darbeler.

Lenin de dediği gibi “yenilgi yılları, iyi bir okuldur”

Umarım bu okuldan mezun olmuşuzdur ve bu son yenilgimizdir.

Bir okun en uzaktaki hedefi vurmadan önce en dibe kadar çekilmesi gerekir.

Dipte olmak, büyük çıkışların temelidir.

Şimdi derin bir nefes alıp Atatürk’e sarılıyoruz.

O, 1919 yılında yola çıkmadan önce Havza’da ne demişti bize;

"Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız, çalışacağız, memleketi kurtaracağız. Bizi öldürmek değil, canlı mezara koymak istiyorlar. Şimdi çukurun kenarındayız. Son bir cüret belki bizi kurtarabilir..."

30 Mayıs 2023

MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET...

 


MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET…

Türkiye’nin belki de kaderini belirleyecek seçime sayılı günler kaldı.

Pazar günü sandığa gidip oyumuzu kullanacağız,

Akabinde oylarımıza sahip çıkıp, sandıklarımızın başına gideceğiz.

Hep söylüyorum yine söyleyeceğim;

“Bu seçim cennetin kapılarını açma seçimi değil, cehennemin kapılarını kapama seçimi.”

Ama gelin bu kader seçimi öncesi kronolojik bir sıralama yapalım.

 

Biz bugünlere nasıl geldik bir hatırlayalım…


*Mayıs 2002'de Başbakan Bülent Ecevit'in rahatsızlanması ve ilerleyen yaşının etkisiyle sağlık durumunun düzelememesi iddiası ile görevine devam edip edemeyeceği yönünde tartışmalar yaşanıp Ecevit'in görevden çekilmemesine tepki gösteren milletvekillerinin yarısı istifa etmeseydi,

* Bu gelişmeler sırasında koalisyon hükümetinin ikinci büyük ortağı Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 7 Temmuz 2002 günü, partisinin Bursa İl teşkilatının Keles ilçesinde düzenlediği 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı'nda yaptığı açıklamada 3 Kasım 2002 tarihinde erken seçim yapılmasını istemeydi,

*16 Temmuz 2002'de koalisyon hükümetini oluşturan üç partinin genel başkanları arasında yapılan zirve toplantısında 3 Kasım'da erken seçim yapılması kararı alınmasaydı,

*31 Temmuz 2002'de TBMM Genel Kurulu'nda yapılan oylamada, erken seçim önergesi oylamaya katılan 514 milletvekilinden 449'unun kabul oyu vermeseydi,

*3 Kasım 2002 tarihinde 81 ildeki 85 seçim çevresinde düzenlenen seçimlere katılım oranı yüzde 79,13 olarak gerçekleşmeseydi,

*%10'luk seçim barajı olmasaydı,
(Yüzde 10'luk ülke barajı nedeniyle geçerli oyların yaklaşık yüzde 45'i TBMM'ye yansıyamadı; seçimlere katılan 18 siyasi partiden yalnızca Adalet ve Kalkınma Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi yüzde 10'luk ülke barajını aşarak TBMM'de temsil edilmeyi başardı, böylece 1946'dan sonra ikinci kez TBMM'de yalnızca iki parti temsil edildi.)

*Geçerli oyların yüzde 34,29'unu alan Adalet ve Kalkınma Partisi elde ettiği 363 milletvekilliği ile (9 Mart 2003'te düzenlenen ara seçimlerden sonra 365'e yükseldi) tek başına hükümeti kuracak çoğunluğu sağlamasaydı,

*1999 genel seçimlerinden sonra kurulup 2002 seçimlerine kadar ülkeyi yöneten koalisyon hükümetinin ortaklarından Demokratik Sol Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve Anavatan Partisi'nin yanı sıra muhalefetteki Doğru Yol Partisi, Saadet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi barajı aşamayarak TBMM dışında kalmasaydı,
(Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli aday olduğu Osmaniye'den %29,19 (58.622)oy almasına rağmen partisi baraja takıldığından milletvekili seçilemedi.)

*14 Kasım 2002 tarihinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki görüşmeden sonra, Erdoğan'ın milletvekili olmaması nedeniyle, 16 Kasım 2002 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi genel başkan yardımcısı Abdullah Gül, Sezer tarafından hükümeti kurmakla görevlendirdi. 58. Hükümetin 18 Kasım'da Ahmet Necdet Sezer tarafından onaylanmasaydı,

*Adalet ve Kalkınma Partisi, Siirt'in Pervari ilçesine bağlı Doğanköy'de sandık kurullarının oluşturulmaması ve bir sandığın kırılması nedeniyle Siirt'teki seçimlerin iptali için Yüksek Seçim Kurulu'na başvurdu. Başvuruyu haklı bulan YSK 2 Aralık 2002 tarihinde, Siirt'teki seçim sonuçları iptal ederek bu seçim çevresindeki seçimlerin yenilenmesine karar vermeseydi,

*Siirt'te yapılacak ara seçim öncesinde Deniz Baykal liderliğindeki CHP'nin desteğiyle yapılan anayasa değişikliğiyle Erdoğan’ın milletvekili seçilmesinin önündeki engel kaldırılmasaydı,

*9 Mart 2003'te yenilenen ve yalnızca 4 partinin katıldığı seçimler sonucunda Adalet ve Kalkınma Partisi 3 milletvekilliğini de kazanmasaydı,

*Aynı seçimde Recep Tayyip Erdoğan da Siirt'ten TBMM'ye seçilmeseydi

Sizce 9 Mart 2003’ten bugüne kadar yaşadıklarımızı yaşar mıydık?

 

Elbette yaşamazdık…

Ülkelerin de kaderleri vardır.

Bizim kaderimize de o zaman için bu düşmüş.

Ama “kaderimse çekerim” de diyemeyiz.

Artık bir şeyler değişmeli, yok olmaya doğru adım adım sürüklenirken buna “dur” denilmeli.

II.Dünya Savaşı bittiğinde Almanlar,

Bir taraftan molozlar arasında ölmüş at eti yerken,

Bir yandan da yeni bir sistem hakkında düşünmeye başlarlar.

Conrad Adenaur bu manzara karşısında şöyle der;

“Umarım bir daha İsa bile gelse tüm yetkiyi tek kişiye verecek kadar aptal olmayız.”

Almanya savaş sonrası yıkıntılarından yeniden doğdu.

Dünyanı güçlü devletleri arasında yer aldı.

Çok uzaklara gitmeyelim…

Osmanlı son dönemlerinde gücünü iyice kaybetmiş, işgale açık hale gelmişti,

15 Mayıs sabahı İzmir rıhtımına Yunan kuvvetlerinin girişiyle İzmir işgal edildi.

İşgale karşı çıkan Hasan Tahsin ilk kurşunu sıktı ve ardından şehit oldu.

Bunun üzerine Mustafa Kemal 16 Mayıs 1919’da milli mücadeleyi başlatmak üzere Samsun’a doğru yola çıktı.

19 Mayıs sabahı Samsun’a ayak bastığında bir ülkenin kaderi değişti…

15 Mayıs 1919'da İzmir'in işgaliyle başlayan yazgı,

9 Eylül 1922'de Türk Ordusu’nun İzmir’e girmesi ile son buldu.

Sözün özü değişim için adım atmak, bir yerlerden başlamak şart…

Sen de mülteci işgaline son vermek, öz vatanında sığıntı gibi olmak istemiyorsan,

Ekonomik prangaları kırıp, hakça bölüşmek istiyorsan,

Adaletin yeniden tesis edilmesiyle güven içinde yaşamak istiyorsan,

Çocuklarının kaliteli ve çağdaş eğitim almasını istiyorsan,

Kadınların korkmadan, özgürce haklarını yaşayabilecekleri günleri istiyorsan,

Kısacası vatanını seviyorsan atman gereken adım belli;

SANDIĞA GİT OY VER…

Ve Atatürk’ün şu sözünü sakın unutma;

“MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET DAMARLARINDAKİ ASİL KANDA MEVCUTTUR!”

KARTALLAR YÜKSEK UÇAR

  Ekrem İmamoğlu’nun Silivri’de görülen mahkemesinden bir fotoğraf karesi günlerdir sosyal medyada dolaşıyor… Fotoğrafta benim dikkatimi ç...